Sanma ki Yalnızsın

2018
Türkçe
Deneme

Sana kelimelerden kaleler yaptım. Hendekli, balkonlu, eflatun bayraklı, girişi saklı kocaman kaleler. Bir odasında bıraktım yüreğimi. Merasimsiz, habersiz, tantanasız ve beklentisiz usulca düşürüverdim elimden, olur da bulursan belki sevinirsin diye, öylesine.

Sana harflerden sarmaşıklar ördüm; geceleri gözlerini kapadığında, uyku ile uyanıklık arası o tekinsiz aralıkta durduğunda, cinlerin meşveret alanında yapayalnız kaldığında koklarsın belki, hatırlarsın diye.

Sana alfabeden kaftan diktim; azametle giyesin ve hiç üşümeyesin diye, kalın kadifeden, sırma ipliklerle. İşledim üzerine isminin baş harflerini, sessiz ve derinden, kimse bilmeden, sadece Yaradan’ın duyduğu bir yemin gibi.

Sana noktalardan güller, virgüllerden bülbüller, ünlemlerden yaylalar, noktalı virgüllerden dağlar ve ovalar yaptım. Her bir imla işaretini özenle ekledim isminin büyüsüne. Çünkü sevmek, yeni bir dil inşa etmek demek. İki kişilik bir dil. Çünkü aşkın olduğu yerde muhakkak kelam vardır, sessizlik değil.

(Tanıtım Bülteninden)

  • Yazar
    : Elif Şafak
  • Yayınevi
    : Doğan Kitap

ÖZET


  • “Bir yerleşikler vardır bu dünyada. Bir göçmenler. Bir de sürgünler.” Edward Said
    Yerleşikler
    , kendi doğrularına merbut, dogmalarına hayran insanlar.
    Yani Kendinden Emir Kulübü’nün mağrur üyeleri.
    Göçmenler ise zaman içinde değişmiş ama kolay kolay bir daha değişmeyecek olanlar.
    Yani geçmiş ile bugün arasına net çizgi çizenler.
    Değişimi bir aşamada durduranlar.
    Sürgünler ise ha bire hareket halinde olan, bir yere, bir kimliğe, bir aidiyete yerleşme özürlüler, mütereddit ruhlar.
    Nereye giderlerse gitsinler bir türlü varamayanlar…

 

  • Yazarken muhakkak ses olmalı, mümkünse gürültü patırtı olmalı.
    Rüzgâr essin, gök gürlesin, şimşek çaksın.
    Ses olsun ki unutmayayım, koskoca bir çemberde ufacık bir noktayım.
    Deryada katre.

 

  • Nedir sessizlik?
    Bir şeyin eksikliği mi?
    Yoksa kendi başına bir âlem, öte boyut mu?
    Yokluk üzerinden mi tanımlamalı, yoksa varlık üzerinden mi?

 

  • Sessizlik, ne eksiklik, ne hareketsizlik.
    Huzurlu bir seyir hali.
    Dünyayı olduğu gibi kabul etmek.

 

  • Sevmek, yeni bir dil inşa etmek demek.
    İki kişilik bir dil.

 

  • Sırça köşklerde konuşulan steril bir kültür değil edebiyat, hiçbir kıymeti yok hayata eldivensiz dokunmadıkça, sokağa taşmadıkça.

 

  • Amerika çapında İngilizce öğretmenlerinin çarpıcı bir manifestosu var:
    1. Dil sürekli değişir (dondurmaya kalkmayın, bırakın aksın).
    2. Değişim normaldir (yeniliklerden korkmayın).
    3. Konuşma kültürü dilin ayrılmaz bir parçasıdır (sokak dili dışlanamaz).
    4. Neyin doğru olduğuna bakılırken pratik göz önünde tutulmalıdır (galat-ı meşhur makbuldür).
    5. Tüm kullanımlar eninde sonunda görelidir (yani elitizm yapmanın anlamı yok!).

 

  • “Mutsuz evliliklerin sebebi aşk eksikliği değil, dostluk eksikliğidir.” Nietzsche

 

  • “İnsan hep aşık olmalı ve hep aşık kalmalı. Bu yüzden hiç evlenmemeli.” Oscar Wilde

 

  • “Erkekler yorulunca evlenirler; kadınlar da meraktan. Sonunda her iki kesim de düş kırıklığına uğrar.” Oscar Wilde

 

  • “Evlilik kafese benzer. Dışarıdakiler içeri girmeye uğraşırken, içerdeki kuşlar dışarı çıkmaya can atar.” Montaigne

 

  • “İyi evlilik, sağır bir koca ve kör bir kadın arasında mümkündür.” Montaigne

 

  • “Erkekler hiç değişmeyecekleri umuduyla evlenir kadınlarla. Kadınlar ise değişecekleri umuduyla evlenir erkeklerle. Sonunda iki taraf için de sukutuhayal kaçınılmazdır.” Albert Einstein

 

  • “Birbirinizin kabını doldurun ama sakın aynı kaptan içmeyin. Birbirinize ekmeğinizden verin ama aynı somunu bölüşmeyin. Çınar ve servi, iki ayrı ağaç, birbirlerinin gölgesinde büyümesinler.” Halil Cibran

 

  • Herkes kendi bireyselliğini korumalı.

 

  • Türkiye’de yaşayıp yahut Türkiyeli olup da siyasete ilgisiz kalmak mümkün mü?
    Politikanın ve politikacıların yansımadığı bir tek sohbetimiz var mı?
    Siyasi/ideolojik bölünmelerimizi bazen o kadar ciddiye alıyoruz ki, işin özünü, insanın özünü unutuyoruz.

 

  • “Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur. Namuslu ve namussuzlar vardır. Siz namuslulardan olun.” Cemil Meriç

 

  • Buddha, mutluluğu, insanın yaptığı işlerle ve sarf ettiği kelimelerle başkalarını mutlu etmesine bağlamıştı.
    Yani bireyin içinde o gün ne hissettiğinden ziyade, insanlıkla kurduğu bağ idi aslolan.
    Sivri dilli Mark Twain ise mutluluk ile aklın ters orantılı olduğuna inananlardandı.
    Ne kadar az kullanırsak aklımızı o kadar çok saadet var bize.
    Eric G. Wilson, Amerikalıların mutlu olmaya kendilerini adeta koşullandırdıklarını, mutlu olmayana loser (kaybeden) gözüyle baktıklarını yazmış ve tepeden şartlandırılmış mutluluğa karşı doğal akan melankoliyi savunmuştu.

 

  • Yaralı ve önyargılı bir nazardır kadın bakış açısı.
    İster kendimizi, ister hemcinslerimizi inceleyelim, “kabahatler”i görürüz evvela ve ekseriya.

 

  • “Ben 14 yaşımdayken babamın cahil olduğunu zannederdim. Dayanamazdım yakınında durmaya. 21 yaşıma basınca bir de baktım peder ne çok şey biliyor, ne çok şey öğrenmiş yedi senede!” Mark Twain
    Babası değildir zira değişen, kendisidir. Kendi bakış açısı.

 

  • İnsanın nefsiyle dalga geçebilmesi bir meziyettir. Lakin ifrata kaçarsak, meziyet olur eziyet.

 

  • Bir adam düşünün. Yalnız kalmaktan deli gibi ürken bir adam; karanlıktan korkan bir oğlan çocuğu adeta.
    Onu sarıp sarmalayacak, kuşatacak ama boğmayacak, can kulağıyla dinleyecek ama sorgulamayacak bir kadın aramakta.
    Yanında parlasın ama gölge yapmasın.
    Başarılı ve parlak olsun ama öne geçmeye kalmasın.
    Hızlı ve çevik olsun ama bir adım geriden gelsin.
    Bir adam düşünün ki çöken her ilişkinin ardından ve altından, sıyrılsın enkaz yığınından, vakit kaybetmeden yeni serüvenlere atsın kendini. Sadakat nedir bilmesin ve bilmeyi istemesin.
    Görünüşte gayet yolunda giden bir evlilik yahut ilişki boyunca dahi gizliden gizliye başka bedenler arasın.
    Ne aşktan ne arzudan ötürü. İhtimalleri yitirmemek için sırf, ihtimaller ki sahte bir özgürlük duygusu aşılasın.
    Yüreğinde kapanmayan bir yara taşısın.
    Gördüğü ve dokunduğu her şeyi yaralasın bir parça.
    Bir adam düşünün.
    Olabilecek en yanlış koca adayı olsun.
    Lakin sevsin onu kadınlar, hem de çok.
    Bile bile gün gelip sevgilerinin yetmeyeceğini, tek kanatla uçan bu kuşun düşeceğini; acı çekeceklerini bile bile sevdalanan kadınlar.

 

  • Hemingway efsanesinin hep altını çizdiği bir slogan vardır:
    “Bazı erkekler monogami için yaratılmamıştır. Onlar farklıdır.”
    Biz geri kalan faniler ilaç gibi, hap gibi alır yutarız bu sloganı.
    Hak veririz.
    Adeta “mazlum” dur hayatında Hemingway’in hayaleti dolaşan bir erkek; elinde değildir, tabiatı gereği böyledir, sıradan sevdalar için değil çılgın ve marjinal maceralar için yaratmıştır Tanrı onu.

 

  • Acaba geçmişi hatırlamak mı daha iyi, yoksa hepten silip unutmak mı?
    Sağlam bir hafıza, sağlam bir duruş mu demek hayatta?
    Bünyeye bir faydası var mı? Yoksa, tam tersine, içten içe zararlı mı?

 

  • Geçmişe fazla bağımlı olmamakta yarar var.
    Mesela çok daha fazla tarihsel detay hatırlayan insanların yeni ve güncel hadiseleri akıllarında tutmakta daha çok zorlandıkları biliniyor. Bir anlamda “hafıza fazlalığı”ndan mustaripler.

 

  • Nostalji kavramının çekirdeği olan “nostos”, eski Yunanca “dönüş” anlamına gelir.
    Algos” ise “hüzün” demektir.
    “Dolayısıyla nostalji, geriye dönme arzusundan kaynaklanan bir karşılık bulamayan bir hüzün, hatta acı çekme halidir.”
    Milan Kundera

 

  • İki seçenek var şimdi önümde:
    Ya saklamalı, koleksiyon yapmalı tat vermeyen anıları…
    Ya da her göçebenin yaptığı gibi sonbaharı sonbaharda, ilkbaharı ilkbaharda yaşamalı.

 

  • Depresyon tuhaf bir kelime.
    Yabancı, yabansı.
    Bir karmaşayı aydınlatmaktan ziyade üstünü örtüyor neredeyse.

 

  • Dua etmek, insanın Hakk’a sesini duyurma gayesi.
    Meditasyon ise O’nun sesini duyma çabası.

 

  • Karı neden sevmediğimi keşfettim!
    Çünkü çok beyaz.
    Tekdüze.
    Mükemmelliği çağrıştırıyor.
    Kar bana totaliter rejimleri anımsatıyor.
    Komünizm Almanya’sına düşmüş gibi oluyorum.

 

  • Uzaktan sevmenin en güzel yanı kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun.
    Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun.
    Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği.
    Herkesin ha bire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada “biz” diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar ya, ne güzel.
    Özgürlük işte!
    Uzaktan sevmek daha güzeldir.
    Ne incitir, ne acıtır.
    Ne yaralar, ne kanatır.
    Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek. Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.

 

  • Ne toprak, ne taş.
    Suyuz tek tek her birimiz.
    Su dediğin akışkan, su değişken.
    Su bugün böyle, yarın almış başını gitmiş bir başka aleme.

 

  • Paul Lafargue, tembelliği bir hak, hatta kişinin taşıdığı en önemli ve insani ve evrensel değerlerden biri olarak görüp savundu. Paul Lafargue’a kalsa o kadar vahim bir şeydi ki çalışma tutkusu, dünya üzerindeki yoksulluğun sebebini bile buna bağlıyordu neredeyse. Yani insan, en doğal hakkı olan özgürlüğünü unutup kendini çalışma ahlakına ve çarkına adamıştı.
    Paun Lafargue’a göre her fabrika, insanları hiç durmadan çalışmak zorunda bırakacak, mutsuz edecekti.
    Velhasıl çalışmayı bir tarafa, insanı mutlu eden her şeyi (aşk gibi, özgürlük gibi, dostluk gibi) bir kenara koyuyor ve bunların zinhar bağdaşmayacağını savunuyordu.

 

  • “Bizi çalışmak kurtarır.
    Hamallık, angarya, ter dökmek, emek vermek, didinmek, ha bire dişinle tırnağınla kazıya kazıya çabalamak.” Anton Çehov

 

  • Vazgeçilmez bir hak mıdır sahi tembellik?
    Yoksa bizi çalışmak mı kurtarır en başta kendimizden?
    İki ayrı ekol; iki ayrı felsefe…

 

  • Plasebo: Yoklukla gelen varlık. Beynin inandığına bedenin de inanması bir anlamda.
    Plasebo etkisi artık o kadar önemseniyor ki Harvard Üniversitesi kapsamında Placebo Studios var.
    Artık her şeyin beyinde başladığı ve gene beyinde bittiği düşünülüyor.
    Plasebo, bugün Parkinson da dahil olmak üzere, beyinden kaynaklanan birçok fiziksel sorunu gideriyor.
    Otların, bitkilerin, merhemlerin elbette bir kudreti var ama bir o kadar onlara inanmanın da.

 

  • Bunun tersi ise “nosebo”.
    Latince “zarar vermek” fiilinden geliyor.
    İnsan kullandığı ilacın ya da tedavinin kendisine kötü geleceğini düşündüğü andan itibaren ondan zarar görüyor.
    Beyin bir kez bedenden önde gidiyor.

 

  • Harvard Üniversitesi web sitesinde “Plasebo Çalışmaları” anlatılırken düşündürücü bir ifade kullanılmış:
    “Hayal gücünün, güvenin ve umudun kudreti!”
    Üçü de ne kadar güç veriyor insanlığa: Hayal gücü, güven ve umut.
    Savaşlar ve iç savaşlar evvela umudu yok ediyor.
    Otoriter Savaşlar ve iç savaşlar evvela umudu yok ediyor.
    Otoriter rejimlerde ilk güven kayboluyor.
    Ve ne vakit tahammülsüzlük ve sansür zuhur etse hayal gücü zedeleniyor.

 

  • İnanç olmadan dünya dönmüyor.
    Lakin pek çok şeyin olduğu gibi inancın da aşırısı, aşırıya kaçanı zarar.
    Güneşin olduğu yerde gölge, inancın olduğu yerde şüphe olmalı.
    İnsanın kendi doğrularından zaman zaman şüphe edebilmesi sağlıklı bir hal.
    Yoksa doğrularımız olur dogmalarımız.

 

  • “Yok olmadan var olmanın yolu yok…”

 

  • Lübnan asıllı Amerikalı yazar Nassim Nicholas Taleb’e göre yeryüzünde üç temel kategori var.
    Bunlar insanlar için de geçerli, kurumlar için de, toplumlar ve hatta devletler için de.

    1. Sağlamlar
    2. Kırılganlar
    3. Anti-kırılganlar

 

  • Sağlamlar, malum, şoklara ve artçı şoklara dayanabilenler.
    Kolay kolay sallanmayıp dimdik durabilenler.
    Sağlamlar belki nice badireleri atlatıyorlar ama bir kez ayaklarının altından halı çekilmeye görsün anında tepetaklak oluyorlar.
    Kırılganlar ise, adı üstüne, çabuk incinenler, derisi soğan zarı kalınlığında olanlar.
    Bunlar, “Aman bana zarar gelmesin” diyerek genellikle karmaşadan ve zorluklardan uzak durmaya çalışan tipler aynı zamanda. Yani elini hiçbir taşın altına koymayanlar.
    Üçüncü kesim anti-kırılganlar ise en ilginç olanı.
    Zaman zaman tökezleyen, darbe üstüne darbe alan lakin hemen arkasından toparlayanlar.
    Kırılganlıklarından kudret devşirenler.
    Bunlar sağlamlar gibi değiller, çünkü üst üste yıkılıyorlar.
    Ama kırılganlara da benzemiyorlar, çünkü toparlanıyorlar.
    Yeni durumlara, değişen düzenlere ayak uydurabiliyorlar.

 

  • Varoluşçu düşüncenin iki büyük kahramanı: Sartre ve Camus.
    Biri felsefede, öteki edebiyatta kelimeleriyle bentleri yıktılar.

 

  • Her romancının evvela iyi bir okur, ardından iyi bir dinleyici olması gerektiğine inanırım.
    Sadece sesleri ya da hikayeleri dinlemek değil, sessizlikleri ve itiraf edilmeyenleri de işitebilmek bir o kadar.

 

  • İsyan ediyor ruhum, içim içime sığmıyor.
    Yazmak, konuşmak, haykırmak istiyorum.

 

  • Muhafazakar erkek siyasetçilerin ha bire biz kadınlara nasıl yaşamamız ve kendi bedenimizi nasıl taşımamız gerektiğini beyan etmelerine isyanım. Ben hiçbir kadının (yahut kadın siyasetçinin) çıkıp da Türkiye’deki erkeklerin kaç çocuk yapmaları gerektiğini yahut balığı kariyer edinmelerinin daha doğru olacağını söylediğini duymadım. Kadınların böyle bir lüksü yoktur lakin erkekler “çirkin ama karizmatik, entelektüel ama kaprisli, meşhur ama özünde oğlan çocuğu” olabilirler pekâlâ.

 

  • Hiçbir zaman benimseyemedim organize olmuş kolektivist dinleri de, kendinden çok emin dindarlığı da.
    Benim ilgimi çeken, hayal ile hakikatin dansı.
    İnanç ile şüphenin arasındaki diyalektik.
    Mütereddit ruhlar.

 

  • Benim ilgimi çeken suyun da konuşabileceği ihtimali.

 

  • Amerika’da, Buffalo Üniversitesi’nde gerçekleştirilen ilginç bir araştırma var.
    Roman okuyanlar genelde empati duygusu gelişmiş insanlar.
    Buna karşılık hayatlarında roman okumayanlarda empati gelişmiyor.
    Empati, yani kendini bir başkasının yerine koyabilme yetisi.
    Empati, yani kibirden uzak durabilme gayreti.
    Sürekli kendini haklı, etrafı haksız; kendini güzel, alemi çirkin zannetmeme becerisi.
    Empati ki katillerde, zalimlerde, diktatörlerde, şiddete meyyal ve kendine meftun insanlarda en az rastlanan özellik.

 

  • Roman veya şiir okurken beyin, gündelik hayatta kullanmadığı bölgelerini harekete geçiriyor, kapasitesini artırıyor.
    Üstelik okuduğumuz metin bizi ne kadar zorluyorsa beynimiz bundan o kadar besleniyor.

 

  • İnsan beyni kolaylıktan değil, zorluktan besleniyor.
    Bu yüzden bilim dünyası diyor ki: ”Shakespeare okumak beyne iyi geliyor.”

 

  • Roman okurken beynin özellikle sağ yarıküresinde muazzam bir hareketlenme saptanıyor.
    Burası aynı zamanda kişisel hafızamızın depolandığı yer.
    Yani bir romanı sevdiğimizde sadece o hikayeyi, dilini, karakterlerini takip etmekle kalmıyoruz.
    Aynı zamanda, anlatılan kurgunun kendi hayatımızdaki izdüşümlerini yakalıyoruz.

 

  • Roman karakteri.
    Her istediğini yapabilir.
    Yazarına rağmen.
    Edebi karakterler, yazarların kontrolünden çıkarlar.
    Karakterlerim kahraman değiller.
    Roman dediğimiz ‘ahlak dersi’ olamaz ki. Bizim işimiz insanı anlamak, insanı anlatmak.

 

  • Türkiye’de bir yanılgıyı kuşaklardır tekrarlıyoruz.
    Roman (ve bugün film ve dizi) karakterlerinden bir rol modeli çizmelerini bekliyoruz.
    Halbuki hayat da, edebiyat da bundan daha karmaşık.
    Cömert bir insanın cimrileştiği bir an var.
    Kötü bildiklerimizde dahi bir iyilik kıvılcımı, doğru düzgün bellediklerimizde bile bir gölge yok mu?

 

  • Türkçe’nin en lokum kelimelerinden biridir “dost”.
    Yoğun kıvamlı, şekerli ama bir o kadar katı, tekdüzelikten uzak, ağızda hemen erimeyen, dağılmayan, iz bırakan…
    Arkadaş” ise farklıdır, çok daha
    Kalorisi düşük tatlı gibidir.
    Sakızlı muhallebili güllaç misali.
    Çok yeseniz bile pişmanlık duymaz, ağırlaşmazsınız.

 

  • Erkeklerin dostlukları kadınlardakinden alabildiğine farklıdır.
    Kanımca daha rahat ve daha az talepkardır.
    Birbirlerine odaklanmaktan daha ziyade, beraberce faaliyet yahut bir objeye yönelmek suretiyle gelişir bu bağ.
    Dışa dönüktür özü gereği.
    Kadınlara asla yetmeyecek olan bu dostluk modeli erkekler arasında yüzyıllardır sorunsuzca akıp gitmektedir.
    Bir erkek bir erkekle ancak “kriz masası” hallerinde dertleşir.
    Kadınların dostlukları böyle değildir.
    İki erkek uzun zamandır kanka oldukları halde birbirleri hakkında her şeyi bilmek durumunda değildir.
    Canciğer iki kadın ise birbirlerine dair Osmanlı arşivleri dolusu bilgi sahibidir.
    Kadın dünyasının o ”enformasyon kültürü” ağır geliyor ruhuma.
    Nasıl anlatayım kendimi, ben daha anlamaktan acizken.

 

  • Nietzsche, “Aşkın eksikliği değil, dostluğun eksiğidir evliliklerin aksamasına sebep” demişti bir zamanlar.

 

  • Eskiden inanırdım köprüler kurmaya.
    Birbirlerine hiç benzemeyen insanlar arasında kelimelerden ve hikayelerden mekik dokumaya.
    İnanırdım empati ve edebiyat ve sanat aracılığıyla “muhazafakarlar” ile “modernler” arasındaki hırçın bölünmelerin bir nebze olsun azalabileceğine. Ama giderek azaldı ihtimaller, kapandı barış ve uzlaşma kapıları.
    Artık “onlar” ve “bunlar” arasında öylesine derin ki uçurum, asma bir köprü bile yetmez oldu bir yakadan bir yakaya geçmeye.

 

  • Azaldı ya renkler, daraldı ya özgürlük alanları, en çok bunlarda saklı totaliterleşmenin
    Sistem otokratikleştikçe toplumda muhafazakarlaşıyor gitgide.
    Farklılıklara tahammülsüzlük yeni moda.

 

  • Biz kadınlar karşı cinse yönelik “öğretici” sözler etmezken, bazı erkek yazarlarımız, kadınların toplumsal rolleri üzerine yukarıdan aşağıya yazmakta hiçbir beis görmezler.
    Demokrasisi henüz olgunlaşmamış ülkelerde kadınların had ve hudutları hep erkekler tarafından belirlenmek istenmiştir.
    Daha doğrusu, erkek elit tarafından.
    Modernisti de böyle yaklaşır meseleye, muhafazakarı da.

 

  • Mahatma Gandhi’nin vakti zamanında, Doğu-Batı tüm insanlığın dikkatini çektiği “yedi temel günah” var.
    Yedisi de birbirinden düşündürücü:

    1. Çalışmadan edinilen servet,
    2. Bilinçten mahrum mutluluk,
    3. İnsanlık fikri olmaksızın yapılan bilim,
    4. Kişilikten yoksun bilgi,
    5. İlkesiz siyaset,
    6. Ahlaksız ticaret,
    7. Ödünsüz ibadet.

 

  • Bu memlekette kadınlar ve çocuklar hakkında hayati öneme sahip kararları kimler veriyor?
    Kadınlığa dair en ufak bir fikri yahut empatisi olmayan, çocuklarını da çoktan unutmuş muhafazakar erkek siyasetçiler!

 

  • “Sessizliği gevezelerden, hoşgörüyü hoşgörüsüzlerden ve şefkatli olmayı katı kalpli merhametsizlerden öğrendim” der Halil Cibran. Ve fısıldar ardından: “Ne tuhaf ki hiçbir minnet duymuyorum bu öğretmenlere.”

 

  • Yepyeni bilgilerimiz var bugün.
    Lakin yarın onlar da çürüyecek.
    Belki de insanlık ancak böyle ilerleyebiliyor.
    Yeni doğrular yaratıp, onlara körü körüne inanıp , daha sonra yanlışlıklarının farkına varıp bambaşka doğrular arayışına girerek…

 

  • Bilimsel bilgi birikimi her elli yılda bir on katına çıkıyor!
    Her bilginin ortalama kırk beş sene ömrü var.
    Öyleyse ne yapmalı?
    Acaba hiç mi zahmet etmesek okuyalım, öğrenelim diye?
    Madem ki her şey gibi bilgi de eskimekte…
    İşte bu noktada yazar, “Tam tersine, daha fazla öğrenelim” diyor.
    Ama öğrenirken mütevazı olalım.
    Kendinden aşırı emin insanlar, bilginin değişken tabiatını kavrayamıyorlar.
    Her canlı fikirlerinde bir “son kullanma tarihi” varsa, bu dünyada dogmatik olmak, fanatik olmak, bir şeye sorgusuz sualsiz inanmak nasıl mümkün?

 

  • Hemen her alanda baba arayışı içinde değil miyiz?
    Uzun seneler boyunca Türk ordusunun bu ülkede demokrasinin ve laikliğin yegane koruyucu olduğuna inandık.
    Orduyu bir “baba figürü”yle özleştirdik.
    Bizi koruyan, kollayan, otoriter, mesafeli, yaramazlık yaptığımızda cezalandıran, gözü üzerimizde bir hayali baba algısı yarattık ve buna inandık.
    Başarılı bir antrenör anında “futbol ve futbolcunun babası” görülüyor.
    Taraftara babalık etmesi bekleniyor.
    Futbolcularına hoca değil, baba olması isteniyor.
    Gerektiğinde sevsin, takdir etsin başarılarını; gerektiğinde kulaklarını çeksin.
    Kendiliğinden bir mutlak otorite, ataerkil paye ve kapanmayan bir mesafe yerleştiriyoruz.
    Roller biçiyoruz insanlara.
    Onlar istese de istemese de.
    Halbuki hakiki, sağlam demokrasiler güçlü, dinamik, çoksesli sivil toplumlarla beraber büyüyor.
    Demokrasilerin garantisi basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, bir arada yaşama kültürü, güçler ayrılığı, oturmuş bir hukuk sistemi, eşitlikçi bir anayasa, “öteki” ne saygı ve empati, farklılıklardan uyum yaratabilme becerisi.

 

  • Lobotomi : “Lobo” eski Yunanca beyin, “tome” ise kesmek/biçmek kelimelerinden türetilmiş.
    Beynin “sorunlu” bölümünün (prefrontal korteks) “kesilerek” sert ve sivri bir cisimle müdahale edilerek hastaların iyileştirileceği iddia eden “mucizevi tedavi”.

 

  • Bir şairin şiirlerini, bir romancının romanlarını, bir yönetmenin filmlerini beğenmek için o insanı her şeyiyle kahramanlaştırmak, futbol takımı tutar gibi tutmak gerekmiyor.

 

  • İfrat ve tefrit toplumu olduğumuz için bir uçtan bir uca kolay savruluyoruz.
    Ya romantik bir beklentiyle seviyoruz sanatçılarımızı ya acımasızca kişiliğine saldırıyoruz.

 

  • Yasaklanan kitap, fotokopilerden okunur.
    Susturulan dize, ezberlemek suretiyle çoğaltılır.
    Yok edilmek istenen fikir kendiliğinden yayılır.
    Bilhassa internet çağında, harfler ve fikirler nasıl yasaklanır?

 

  • Küfrün bir hali değil tam üç hali
    Küfrün katı hali: En beteri, en vahimi, en çok yaralayanı ve geride hasar bırakanı.
    Yol ortasında arabalar birbirine çarptı diye tekeme tokat kavgaya tutuşan iki yabancı; üniversitelerde ideolojik bölümlerde taşlı sopalı birbirine girişen gençler; stadyumlarda hakeme lanet yağdıran taraftarlar; yahut Meclis’te rakip parti temsilcilerinin üzerine yürüyen ve hepimizi utandıran siyasetçiler…
    Bir de küfrün ikinci hali var ki birinciden alabildiğine farklı. (Sıvı hali)
    “Hedefsiz” ve “kanadı kırık” küfürler.
    Gelelim küfrün üçüncü ve gaz haline. Uçar.
    Bulutumsudur ya ağırlık yapmaz.
    Kafa kırmaz. Kalp de. Mizahtır. Zekadır.
    Söylenmeyenin dışa vurumudur.
    Baskıya karşı isyandır. Serzeniştir.
    Tek tipleşmeye rağmen bireysel duruştur. Asidir. Yaramazdır. Haylazdır.
    “Yanlış”tır ama kötü niyetli değil…
    Lakin bir boyut var ki değişmiyor kolay kolay.
    Sıvı, katı ya da gaz…
    Küfürler hep erkeklerin ağzından yazılmış ve hep kadınları büyüteç altına almış.

 

  • Yunus Emre’nin hepimizin içine işlemiş dizelerinin, 10. Sınıf Türk Edebiyatı ders kitabında bir kıtasının çıkarılmış olarak okutulması?
    “Cennet cennet dedikleri
    Birkaç köşkle birkaç huri
    İsteyene ver onları
    Bana seni gerek seni”
    yy ortalarında bu sözleri edebiliyordu bir şair, bir mutasavvıf. 21 yy Türkiye’si daha mı geri?

 

  • Tarihimizi sadece “kahraman ecdadımız” söylemine indirgemek, işimize gelmeyen kelimeleri ayıklamak, fikirleri kapatmak, herkesi birbirine benzetmeye çalışmak, yekpare bir toplum yaratmak son derece tehlikeli, otoriter ve antidemokratik bir yaklaşım.

 

  • Öğrenci dediğin elbette düşünecek, sorgulayacak, öğretmenin de ötesine geçecek.
    Bunu ancak kendine güvenen, demokratik, çoksesli toplumlar başarabilir.
    Özgüven eksikliği sansürü beraberinde getiri.

 

  • Edebiyat dersleri edebiyattan, tarih dersleri tarihten, coğrafya dersleri coğrafyadan soğutuyor.
    Bunun önemli bir sebebi, ders kitaplarının hazırlanma biçimi.
    Yaratıcılıktan uzak, ezbere dayalı, mekanik bilgileri tekrarlamaktan öteye geçmeyen bir alt yapıdan harekete geçiyoruz.

 

  • Platon neden müzik ve sanatı önemsediğini soranlara, rüyasında bunlara yönlendirildiğini söylerdi.
    Ta ki Aristo çıkıp rüyalar gayb aleminden gelen işaretler filan değil, insanın gün boyu yaşadıklarının birer yansımasıydı sadece.
    Gelelim Hipokrat’a . O “anti romantik yaklaşım”ı daha ileri götürdü.
    İnsanların yaşadıkları fiziksel rahatsızlıkların rüyalara yön verdiği iddia ederek.
    Tek tanrılı dinlerin yayılmasıyla birlikte rüyaların Yaradan’dan yaratılanlara gönderilmiş şifreli mesajlar olduğu görüşü güç kazandı.

 

  • İbn-i Sina’ya göre biz uyurken ruh bedenden ayrılıyor, cümle ruhların dolaştığı uhrevi alem ile temasa geçiyordu.
    İbn-i Haldun hakiki rüya ile hakiki olmayan rüyaları ayırt etmek gerektiğine inanırdı.
    Genelde islam geleneğinde rüyalar kategorileştirilmekteydi.
    Birinciler: Rahmani rüyalar (salih rüya).
    Bunları ancak inancı pak insanlar görebiliyor, yani herekese göre değil.
    Zaten getiren de melekler.
    İkinciler nefsani rüyalar.
    Gün boyu neyle iştigal ediyorsak aynen devam aslında.
    Üçüncüler ise şeytani rüyalar.

 

  • Freud’a göre rüya “bastırılmış olanın geriye dönüşü”ydü.
    Arzu ettiğimiz ama yüzleşemediğimiz ne varsa karşımıza çıkacaktı uykumuzda.
    Ne kadar az şey biliyoruz hala rüyalar hakkında.
    Bu kadar teknolojiye, bilimsel ilerlemeye rağmen.
    Kim bilir belki de yaratıcılığın ve hayal gücünün durduğu an değil, tam da başlağı andır rüyaya geçtiğimiz eşik.

 

  • Evlilikler ne zaman aksamaya başlar dersiniz ya da aşk ne zaman tavsar?
    Çiftler birbirleriyle konuşamaz hale geldiklerinde.
    Ne zaman ki söz biter, sessizlik boy verir evde ve dışarda; ne zaman ki iletişim kesilir, herkes kendi fikrini kendine saklamaya başlar, bir mesafe girer araya, bir soğuk rüzgar eser, ayrı düşer yürekler.

 

  • Dostluklar ne zaman sarsılır dersiniz ya da arkadaşlıklar ne zaman bozulur?
    Zira kelimelerle kurulur kalpten kalbe köprüler.
    Sözcükler bağlar bizi hayata ve birbirimize.
    Ne vakit ki söz tükenir, duygular ve duygusal bağlılıklar da öyle.
    Sohbet” ile “muhabbet” kavramlarının benzerliği tesadüf değildir.
    Sohbetin olmadığı yerde muhabbette körelir.

 

  • Bir ülkede demokrasi kaybının en önemli göstergesi kadın haklarında yaşanan kayıplardır.
    Dikkat edin tarih boyunca da bu hep böyle olmuştur.
    Önce kadın ve azınlık hakları baltalanır, usul usul, ardından hızla bütün bir demokrasi erir gider.

 

  • Eleştiri bir haktır.
    Ekmek gibi, su gibi, yaşamsal bir hak…
    Bizde ise ne yazık ki ilk refleks, devletin karşısında bireyi korumak değil, bireyin karşısında devleti korumak yönünde hep.

 

  • Aynı müziği duyamadıkları için uyumlu dans etmeyi başaramayan çiftlere benziyorduk.

 

  • Meğer insanlar da saatler gibiymiş.
    İki insanın uzlaşması, barışması ve anlaşması için karşılıklı duygu ve çabalar eş zamanlı olması gerekirmiş.

 

  • Galiba biraz böyle bir şey Türkiye’de babalık.
    Çocuklarıyla kuramadıkları sevgi dilini torunlarıyla yakalayan ne kadar çok dede var aslında.
    “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü” demişti Cemal Süreya.
    Benim babam iki kez öldü.
    Bir yokluğunda, eskiden; bir de şimdi, seneler sonra tam birbirimize yakınlaşmaya başlamışken, aniden…
    ve haklıymış şair.
    Kör oldum.
Sanma ki Yalnızsın
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Benzer Kitaplar

Ermiş
2014
  • Kurgu
  • Şiir

Ermiş

Meczup
2019
  • Deneme
  • Felsefe
  • Modern Klasikler

Meczup