Mevlana’da İnsan Olmak

2005
Türkçe
Edebiyat Tasavvuf


“Bişnev ez ney çün hikayet mi-kuned
Ez cüdayiha şikayet mi-kuned
Duy, şikayet etmede her an bu ney
Anlatır hep ayrılıklardan bu ney
Mevlâna kimdir?
Yaşayan Mevlâna
Tasavufta insan ve Mevlâna
Mevlâna’yı anlamak
Mevlâna’nın ve babasının göçü
Seyyed Burhaneddin’le Mevlâna Celâleddin Rûmi
Mesnevi nasıl yazıldı
Mevlâna ve semâ
Mevlâna’da Türkçe ve Türkçe şiirler
Mevlâna ve Şeyh Sadi Şirazi
Mevlana ve insan
Ayrılma ve kavuşma
Mevlâna’nın yapıtları
Mevlâna’nın eserlerinden

  • Yazar
    : H. Zekai Yiğitler
  • Yayınevi
    : Alfa Yayınları

ÖZET


  • Mevlana 30 Eylül 1207 yılında Türkistan’ın Belh kentinde doğdu.

 

  • Vahdet-i Vücut: Varlık Birliği inancı

 

  • Şeriat, gerçek ölümü kolaylaştıran bir öğeydi.
    Kişiyi Tanrısal özü kavrama yetisinden uzaklaştırıp bir takım yasaklamalar ve engeller getirerek, Tanrı’yla insanı birbirinden şöyle ya da böyle fakat acımasız bir şekilde uzaklaştırıyordu.

 

  • Gene gel
    Gene gel, gene
    Ne olursan ol,
    İster kâfir ol, ister ateşe tap
    İster puta yüz kere tövbe etmiş ol,
    İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.
    Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
    Nasılsan öyle gel!

 

  • “Ben hem aşk, hem âşık, hem de maşukum.
    Ben hem aynayım, hem güzelliğim, hem de o güzelliği seyreden.”

 

  • Tasavvuf yolu, insanlık tarihinin çeşitli devirlerinde, isimsiz olarak veya muhtelif isimler altında daima mevcut bulunmuş; insanın Allah ile olan derin alakasının gönüllerde yaşattığı bu yol…”

 

  • “Boş yere arama bizi, seven gönüllerde bulursun bizi.”

 

  • İnsanoğlu, birbirinden ayrı öğeleri derleyip toplayan, birleştiren ve mutlu bir yerde buluşturan bir ortamın varlığıdır.

 

  • İnsan, hayvandan daha sapık ve şaşkın (Kuran, Araf, 179) olabilmektedir.
    Fakat şeref yönüyle de meleklerin üstüne çıkabilmektedir.

 

  • “Böylesine büyük bir zenginlik, böylesine bir sefilliğin içine nasıl konmuştur?” (Thomas incili, 29/6-8)

 

  • “Eğer günah işlemeseydiniz, Tanrı sizi yok eder, yerinize günah işleyip tövbe eden bir topluluk getirirdi.”

 

  • “Hem Hakk’ı, hem de halkı sembolize ediyor.
    Dışı halk, içi Hak’tır.
    Ve o halde insanın içi, onun Rabbi’dir.”
    İbn Arabi

 

  • Sufiliğin insan anlayışı konusunda ele alınacak mühim noktalarından biri “İnsan – evren ilişkisidir.”
    Arif, ne Tanrı’yı ne de evrenin sırlarını, onları kendi varlığında fark etmeden kavrayamaz.

 

  • Mevlana Celaleddin için, nefsi köreltmek, yok etmek değil; nefsi zedelemeden yenmek ve uygun yükseltilerinden aşabilmek önemlidir.

 

  • Müslümanlıkta ruhban (papazlık) yoktur.
    “Kendine gel, kendini hadım etme, papaz olma. Çünkü çekinmek ve temiz durmak, şehvetin (kösnülün) zıttıdır… Hava ve heves olmadıkça, “hava ve hevesten” çekinin!”

 

  • “Meylin olmazsa, sabrın anlamı yok. Şehvetin ondan kaçınma buyruğuna uymanın nedeni yoktur.”

 

  • Yasaklar ancak meyledilen (yönelinen), hoşlanılan şeylere karşı getirilmiş ve konulmuştur.

 

  • Arzuları (nefsi) öldürmekle ona işkence ve eziyet değil, onları yenmek ve engellemekle kimseye hiç zararı dokunmayacak şeyle sokmakla olasıdır.

 

  • Ahiret içinde bir sanat öğren ki bağışlanma kazancını elde edesin.
    O cihan da (öte dünya) pazarla, kazançla dolu bir şehirdir.
    Zannetme ki kazanma yalnız bu cihandadır ve bu kazancın yeterlidir.

 

  • Din kazancı aşktır, gönül cezbesidir, hak nuruna yetenektir.
    Bu aşağılık nefis, senden fani kazanç ister.
    Fakat niceye dek bu aşağılık-bayağı şeyleri kazanıp duracaksın?
    Bırak artık yeter…
    Aşağılık nefis, senden yüce bir kazanç istemişse bile, bil ki bu dileğinde de hile ve kötülük vardır.

 

  • Koyduğu bu dinsel ilkeler, kulun en büyük dayanağı olsun istemiştir.
    Yoksa Tanrı’nın hiçbir şekilde insanların yatıp kalkmasına ya da bir tapınağın çevresinde dönmelerine, içinde mum yakmalarına, hatta ilahi söylemelerine asla gereksinimi yoktur.

 

  • Tasavvuf, bir düşünce ve bir inanç sistemidir.
    Tasavvufta evrenin tüm sırları, hayatın ortak anlamı, dünyaya geliş nedenlerimiz, ne olduğumuz, ne olacağımız; var olmanın nedeni, gerçek başlangıç ve sonumuzun ne olduğu araştırılır ve bu çok büyük bir özenle ortaya konulur.

 

  • Tasavvuf, Türk Yazını’nın (Edebiyatının) temeli ve özüdür.
    İslamiyetin kökleşip derinleşmesine etkisi geniş çaplı olup hayli büyüktür.

 

  • Tasavvufla uğraşan, bu alanda emek harcayan bilginlere-kişilere “Mutasavvıf” adı verilir.

 

  • Mevlana, tüm insanları ve insanlığı yanlış, sapık inanç, düşünce ve davranışlardan çekip çıkaran, doğruya, gerçeğe ve doğruya olduğu kadar doğruluğu öne çıkararak, tüm insanlığa davet eden bir kişi ve kişiliktir.

 

  • Molla Cami Mevlana için “Ben o yüce yaratılmışı size nasıl anlatayım? Evet Peygamber değil ama Kitabı var” demiştir.

 

  • Doğu/İslam düşünce tarihinin en değerli temsilcisi olmayı sürdüren ve başaran Mevlana’nın Belh Kenti’nde doğduğu kesinlikle bilinmektedir.

 

  • Mevlana’yı anlatan Eflaki Ahmed Dede O’nun doğum tarihini 30 Eylül 1207 olarak belirtmiş ve yazmıştır.
    Elimizdeki kayıtlarda bulunan tek “resmileşmiş” tarih işte budur.

 

  • Babası Bahaeddin Veled, annesi ise Mümine Hatun.

 

  • Belh Kenti Horasan’ın “tarikat” kentlerinden biriydi.
    Belh, Amuderya Nehri kıyısındaydı.
    Bu kentin içinde ve çevresinde Türkçe ve Farsça beraber konuşulmaktaydı.

 

  • İslamlıktan önce, Budizmin, Zerdüşiliğin, Mecusiliğin, Hristiyanlık benzeri din ve inançların, kimi zamanlarda mekân tuttuğu bu kent 1200 yıllarında ise İslamiyet’in ve Tasavvuf’un, Orta Asya’daki belki de en ateşli noktasıydı.

 

  • Büyük Selçuklular döneminde Belh Kenti geniş çapta onarıldı. 13. yüzyılda bu ülkede Harzemşahlar

 

  • Canım var oldukça ben, kölesiyim-kuluyum Kuran’ın
    Ben Muhammed Muhtar’ın ayağının türabıyım.
    Eğer benim bu sözümden başka şey naklederse biri,
    Ne çare ne yazık o kimseden, o sözden tiksinirim, anlayın.

Mevlana şiirlerinde ve Mesnevi’sinin pek çok yerinde felsefecilere acımasızca çatar.
Onların ikircim (vesvese) ve kuşkularıyla alay eder.
Ama bir o kadar da Hazreti Muhammed’i övmekten, yüceltmekten, göklere çıkartmaktan kendini alamaz.

  • Tasavvuf’ a göre Cennet-Cehennem gerçek değildir.
    Cehennem, Tanrı’dan ayrılık, Cennet Tanrı ile birlikte olmaktır.
    Bu iki sözcüğü ileri sürerek insanları korkutmak, ürkütmek doğru değildir.

 

  • Tanrı’ya tapma hiçbir zaman şekli değil, öze uygundur.

 

  • Gerçek Tanrı Evi, tapınak değil, kişinin yüreği, gönlüdür.

 

  • Gönül ve Yürek, Tanrısal bir evdir.
    Buna bağlı olarak, bir kimsenin kalbini kırmak, gönlünü yıkmak, aşağı yukarı bir Tanrı evini hiç acımaksızın dümdüz ederek yıkmak sayılır. Gönül; anlayış, yürek kavrayış bölümüdür.

 

  • ‘İnsan küçük âlemdir derler ama Allah hikmetini bilenler, insan büyük âlemdir’ demişlerdir.

 

  • “Canım var oldukça, ben Kuran’ın kölesiyim” diyen bir babanın oğludur, O!

 

  • “Sözde, bir şeyi inkârdan gelmek, bir şeyi kanıtlamak içindir.
    İnkârdan gelmeyi bırak da kanıttan başla!
    “Bu değil, o değil” i bırak da var olanı, varlığını ortaya koyanı konuş.
    “Yoku bırak da var olana tapın!”

 

  • Büyük Şeyh Feridüddin Attar, geleceğin büyük şeyhi Mevlana’ya Esrarname adlı yapıtını armağan etmiştir.

 

  • Yüce Mevlana 1225’te babasının çok yakın müritlerinden olup kendileriyle birlikte Belh’den göç eden Lala Şerafeddini Semerkandi’nin güzel kızı Gevher Hatun’la dünya evine girer.
    Bu kutlu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi doğar.

 

  • Annesi Mümine Hatun’la ağabeyi Muhammed Alâeddin’i kaybederler.
    Bu iki kutlu insan halen Karaman’da yatmaktadır.

 

  • Konya, Anadolu Selçuklularının başkentiydi.
    Sultan, Birinci Alâeddin Keykubad’dı.
    Alâeddin Keykubat, çok yakınında oturan Bahaeddin Veled’i de Konya’ya davet etmekte tereddüt etmedi, bunu en kısa zamanda gerçekleştirdi.
    Bilginler Sultanı bir bahar gününde Karamanlılara veda ederek, menzile doğru, Konya’ya göç yoluna çıktı.
    Bu yüce bilginin 1231 yılında ansızın ölümü, Konya’da ve dünyada büyük bir üzüntü yarattı.
    Sultanü’l Ulema, bugün Yüce Mevlana’nın da yatmakta olduğu Yeşil Türbe altında yatmaktadır.

 

  • Sultanü’l Ulema’nın ölümü ile Mevlana’nın önce kürsü, sonra da irşat dönemi başladı.
    Bu, Selçuklu tarihinde de yeni bir çağ demekti.

 

  • Yalnız Müslümanlara değil özellikle Bizanslı Hristiyanlara yardım ederek, onların gönüllerini alarak, onları mutlu bir duruma getirmek ve yaşamlarını çok daha katlanır şekle sokabilmek için “Gönüller Sultanı” olma yolunda hızla yürüyordu.

 

  • Manevi yaşamı “Üstad”, “Mürşit” ve “Hemdem” olan altı büyük bilge ve üstadla geçti.
    Babası Sultanü’l Ulema, Seyyid Burhaneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahattin Çelebi, Hüsameddin ve oğlu Sultan Veled’dir.

 

  • Babası, Mevlana’ya ilk hoca, ilk mürebbi ve ilk mürşit olmuştur.

 

  • Amaç ve varmak istenilen noktaya, yükseliş bineğine tepeden indirilen kamçı hiç kuşkusuz Seyyid Burhaneddin’dir. Onu terkisine alıp sonsuzluğa uçuran yıldız süvarisi de Tebrizli Şems’dir.
    Selahattin ile Hüsameddin, Kemal (erişme) döneminde ise ona “Ayna ve Hemdem” olmuşlardır.
    Oğlu Sultan Veled ise şüphesiz Mevlana’yı en iyi anlayan ve şerhedendir.

 

  • Seyyid Burhaneddin Mevlana’nın eğitim ve öğretimine bakan bir şeyhti.

 

  • Celaleddin Rumi, Seyyid Burhaneddin’in müridi olmuştu. Tabii Seyyid de O’nun Şeyh’i.

 

  • Halep’de babasını da tanıyan devrin tanınmış müderrisi Kemaleddin’in (Kemaleddin İbn-ül Adim) medresesine yerleşti.

 

  • Halep’de bir iki yıl kaldıktan sonra Şam’a gidip Mukaddemiye Medresesi’ne yerleşti.

 

  • Eğer Tanrı’ya hiçbir tapınmada bulunmuyorsanız, hiç olmazsa oruç tutarak onu boşlamayınız.
    Aç kalarak açlık acısına önem veriniz.
    Oruç, hikmet hazinelerinin en önemli anahtarlarındandır.
    Hikmet hazinelerini açabilmek için oruç anahtarını kullanmak en yerinde bir davranış olur.
    Peygamberlerin ve Veli’lerin, son derece ve büyük ölçüde anlayışlı, sevecen, ölçülü ve hoşgörülü olmaları, hatta sezgili bulunmaları, duyarlı batınlarından hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketiyle fışkırıp çıkmıştır ortaya.

 

  • Burhaneddin, tamı tamına dokuz yıl Mevlana’nın başında bulunmuştu.

 

  • “Azizliğe varan iki yol vardır, biri uzun yol”, kitapları işaret etti, “bir de kısa.”
    “Neymiş o kısa yolun adı?”
    “Sevginin yolu.”
    “Ben nasıl öğrenirim, o yolda yürümeyi?”
    “Sevgi öğrenilmez.”

 

  • “Sen yakılmayı bekleyen bir lambasın,” dedi Şems.
    “Ben alevim, artık kitapları geride koyup benimle gelme vaktidir.”
    Bu Mevlana’nın nicedir beklediği, onu yolculuğunun son aşamalarına taşıyacak, götürecek olan Şeyh’ti.
    Şems’in dizlerini öpmek için eğildi ama Şems onun elini tuttu.
    “Bundan böyle şeyh ve mürit yok, Celal. Yalnızca Tanrı’nın karşısında eğileceğiz.
    Bu bizim için en büyük Erinç kaynağı olacaktır.”

 

  • Eğer bu büyük derviş olmasaydı, Celaleddin Rumi, yalnızca ilmi ve hikmetleriyle tanınıp bilinecekti.

 

  • Zevcesi Gevher Hatun, genç yaşta öbür dünyaya göçmüştü.
    Bu karısından Sultan Veled ve Aladdin Çelebi adında iki oğlu olmuştu.
    Mevlana, içinde bulunduğu yalnızlığa bir son vermek için Konya’da Kerara Hatun’la dünya evine girmişti ikinci kez. Ondan da bir kızı ve bir oğlu doğmuştu.
    Kıza Melike, oğlana da Muzaffereddin Emir Alim adını vermişlerdi.

 

  • Alemin bal şerbetinden bana ne?
    İşte önümde benim ayran tasım.

 

  • Gerektiğinde konuşan bir ağza sahipti, Mevlana.
    Evet, gerekmezse hiç konuşmaz, susma hakkını kullanmayı yeğlerdi.

 

  • O konuşurken, ortalığı derin ve kutsal bir sessizlik kaplardı.
    Çünkü O, hiçbir konuşmayı boşa yapmadığı gibi dinleyenlere de bu konuşmaların anında etki etmesini sağlayan bir güce ve yeteneğe sahipti.
    Mevlana konuşurken, sanki tüm insanlar, gece, gündüz, güneş ve ay susardı, birden.
    Susar da onun konuşmasını dinlerdi gökyüzü, ağaçlar, dallardaki kuşlar.

 

  • Şemseddin Mehmet Tebrizi, Mevlana’nın yaşamında büyük bir devrim yaratmıştı.

 

  • Mevlana ve Şems, ölümü güzelleştiren, hatta onu özleten iki insan olmuştu nicedir.

 

  • Şems de Mevlana gibi mezarı gönüllerde olan insanların asla ölmeyeceğini biliyordu.
    Mevlana’nın bir deyişiyle “Öldüğümüzde, türbemizi yerde aramayın! İnanan gönüllerdir bizim türbemiz.”

 

  • Şems, Mevlana’nın büyüklüğünü kavramış bir derviş olarak, ona kendini kaptırdı.
    Sonra da Mevlana ona yürekten bağlandı, yeni bir dost kapısının açıldığını görerek, yüceldiğini duyumsadı ve ona sıkı sıkıya sarıldı.

 

  • Mevlana’nın ilk mürşidi, babası Sultan Veled’dir.

 

  • “İnsan yüzlerce yıl yaşayacak olsa, bir kez Tanrı vuslatında elde edilen feyze ve zevke erişemez.
    Bu da hiçbir medresede öğrenilemediği gibi asla öğretilemez de…”

 

  • “Doğu olsam, batı olsam, göklere çıksam, senden bir nişan bulmadıkça, dirildikten bir nişan bile yok bana, bu gerçek. Ülkenin en büyük zahidi idim, bir minbere sahiptim, ayrıca kürsüm vardı. Şimdiyse gönül kazası, ellerini çırpan bir âşık durumuna getirdi beni.”

 

  • Şems-i Tebrizi’nin yolu açıktı, apaydınlıktı.
    Bu yol, aşk ve cezbe yoluydu.
    Burada şeyhlik, dervişlik asla yoktu, olamazdı da…
    Yalnızca âşık ve maşuk vardı.
    Yol eri, kendisine yol gösteren, temiz bir inançla bağlanır, onun izinden giderdi.
    Bu yolda bazen, âşıkla maşukun hangisi olduğu ayırt edilemez; ilahi irşat, karşılıklı olur, bu aşk rumuzlarla anlatılır, ifade edilirdi. İşte bu ilahi aşk ve cezbe, bu Tanrı sevgisi, Mevlana’yı Şemsi Tebrizi’yi de kendinden geçirmişti. Kendilerinden geçmiş bir durumda, cezbe içerisinde, sema ediyorlardı, yalnız Tanrı’yı zikrediyorlardı.

 

  • Sema nedir, bilir misin? Varlıktan sıyrılıp kendinden geçerek, mutlak fena içinde beka (Bulunduğu durumda kalma. Kalım. Bozulmama, değişilmeme) zevki almaktır…”

 

  • Zahidlere özgü olan mal cömertliği, cihad edenlere mahsus olan ten cömertliği, gazilere mahsus olan can cömertliğidir. Ariflere mahsus olan cömertlik ise gönül cömertliğidir. Bu cömertliktir ki arifleri diğer insanlardan farklı ve üstün kılar.

 

  • Elinizde bulunanla kesinlikle yetinip kanaatkâr olunuz.
    Başkalarının elinde bulunan şeyden de umudunuzu tamamen kesiniz.
    Peygamberlerin izzeti, peygamberlikte, bilginlerin izzeti tevazuda velilerini izzeti bilimde, yoksulların izzeti cömertlikte, ibadet edenlerin izzeti halvettedir.
    Dini, iki şeyde koruyun: Cömertlik ve iyi huylulukta

 

  • “Gerçek dost, Tanrı benzeri Mahrem olmalıdır.”

 

  • Dostun çirkinliklerine ve hoşa gitmeyen şeylerine dayanmalı ve hatasından hiç incinmemelidir.
    Dostlardan asla yüz çevirmemelidir, ona itiraz etmemelidir. Sonuç olarak Rahmeti bol olan Tanrı, kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı, onlardan hiç yüz çevirmez. Tam bir inayet (dikkat, gayret. Lütuf. İyilik) ve şefkatle (sevecenlikle) onlara rızkını verir.
    İşte garazsız, ivazsız (karşılıksız, Tanrı için) dostluk budur.

 

  • Maşuk, aynı zamanda âşık; âşık aynı zamanda maşuktur.

 

  • Kuran diyor ki: “İlk önce Allah âşık oluyor, iyi kullar maşuk oluyorlar. Sonra iyi kullar, âşık oluyorlar, Allah maşuk oluyor.”

 

  • Şu bir gerçek sevilen kıskanılır. Üstelik çekemeyenler varsa.

 

  • Şems, Makalat adlı yapıtında: “Yarabbi! Beni Velilerinle buluştur, sohbet ettir, diye Hakka ettiğim niyaz üzerine rüyamda hak tarafından muştulandığım (müjdelendiğim) Veli Mevlana’dır,” diyor.

 

  • 1246 yılının Şubat ayı içerisinde, Şemsi Tebrizi, birden ortalıktan yitiverdi.

 

  • Mevlana, manevi sülukunu yazdığı şu beytin tek dizesinde toplamıştır:
    “Ömrümün hâsılı bu üç sözden fazla değildir. Hamdım, piştim, yandım.”
    Pişmesi, babasının ve Seyyid Burhaneddin’in feyizli nefesleriyle, yanması Şems’in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk aynasıdır, aşk ateşiyledir.

 

  • Mevlana’nın Şems’le buluşmadan önce aşkı takvasında saklıydı.
    Buluştuktan sonra da takvası, aşkında gizlendi.

 

  • “Bizi altın ve gümüş asla elde edemez.
    Mevlana’nın daveti yeterlidir.
    Onun kelam ve buyruğundan dışarı çıkmak mümkün müdür?”

 

Yollara sular dökün,
Bahçelerde müjdeler edin,
Bahar kokuları geliyor,
O geliyor, o!
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.

 

Yol verin, açılın, savulun.
Beri durun, beri.
Yüzü apaydınlık, arpak,
Bastığı yeri ardında apaydınlık gündüzleri gibi bırakarak
O geliyor, o!
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.

Gökler yeryüzünü kapladı, örttü bir anda.
Bir anda dört bir yanı mis gibi bir koku sardı.
Bir anda bir velvele, bir kıyamet koptu cihanda.
O geliyor, o!
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.

 

Bir anda can geldi bağlara, bağlar ışıdı,
Bir anda açıldı baktı bağlarda gözler.
Bir anda bize ne gam kaldı, ne keder.
O geliyor, o!
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.

 

Yayından fırladı ok,
Hedefe ha vardı, ha varacak.
Bahçeler selama durdu,
Selviler ayağa kalktı,
Çayır çimen yollara düştü,

 

İşte Konya ata binmiş geliyor
Biz ne duruyoruz?
O geliyor, o!
Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz geliyor.

Sen bizim civarımıza gelirsen göreceksin, ey Şems
Huyumuz sadece susmak olmuş bizim, susmak.
Senin güzel gözlerin için işte canım pusuda.
Rahatım kaçtı benim,
Geceleri uykum kalmadı gitti ama
Bak işte o güzel günler yola çıkmış geliyor.

 

  • Benim Tanrı vergisi iki halim vardır: Biri başım, öteki sırrımdır.
    Başımı tam bir içtenlikle senin yoluna feda ettim.
    Sırrımı da Veled’e verdim.
    Veled oğlumuzun Nuh Peygamber kadar ömrü olsaydı ve tümünü tapınç (ibadet) ve riyazete kullansaydı, yine de bu yolculukta benden ona ulaşan sır kadar, sırra müyesser olamazdı.

 

  • Mevlana sürekli Şems’i Konya’da tutmak kararında idi.
    Onun yerleşmesini sağlamak… Tüm amacı buydu…

 

  • Günümüzde pek çok insan, bilerek ya da bilmeyerek, Mevlana’yı kendi kültür çevresinden alıp kopararak, dinler üstü bir konuma yüceltmek ve bunu kişiselleştirmek yönsemesindedir.
    Acaba gerçekten bu böyle mi?
    Yüce Mevlana kendisinin böyle görünmesine, görülmesine ve tanınıp bilinmesine razı mıdır?
    Bunun yanıtını bizzat kendisinin bir şiirinden dinleyelim:

Ben yaşadığım sürece
Kuran’ın bendesi ve Fahr-ı Kâinatın
Yolunun tozuyum.
Bana başka bir söz atfeden
Olursa eğer,
O sözden de
Onu söyleyenden de şikâyetçiyim.

 

  • Bir gün müritlerden biri sormuş:
    “Hakk’a ulaşmak için ne yapmalı?
    Mevlana ise soruyu şöyle yanıtlamış:
    “Batıldan kurtulmak için de Hakk’ı tut.
    Burada yola ve ağıza gereksinim yok…
    Şimdi her şey senin elinde…
    İstersen Hakk’a ulaşmak için batılı terk et, istersen batıldan kurtulmak için Hakk’ı tut.”

 

  • Aşkta ölmeli, yok olmalıydı ki dirilik olsun.

 

  • Şems, Mevlana için şöyle konuşuyor:
    “Tanrı’ya yemin ederim ki Peygamber Muhammed’den sonra Mevlana gibi güzel söz söyleyen hiç kimse dünyaya gelmemiştir. Mevlana’yı tanımaktan acizim. Bana O’nun durumundan ve fiilinden her gün, bir gün önce bende bulunmayan bir bolluk, bir bereket açılıyor. O’nun güzel yüzü ile ve sözleriyle yetinmeyiniz. Onda, bu güzelliklerin de üzerinde daha yüksek ve daha derin bir şey arayınız.”

 

  • Güneş ve ay ve yıldızlar, O’nun fermanına tabidirler.
    İyi bil ki yaratmak da, buyurmak da O’nundur.
    Âlemlerin Rabbi olan Tanrı’nın şanı ne kadar yücedir.” (Kuran’ı Kerim, Araf Suresi, 53. ayet)

 

  • Mevlana’nın Şems’in ölümüne sessiz ve pasif davranışı, mürşidinin ölümüne tam teslimiyetle rıza göstermesi, Şems’in, Mevlana’nın ve genellikle tasavvufun görüş ve inançlarına uygundur.
    Demek ki Şems, aslında irşat görevini tamamlamış, öleceği hem kendisine, hem de Mevlana’ya belli ve malum olmuştur. O gece işlenen cinayet yalnızca bu gerçeğin “icra” edilişidir.

 

  • Bugün Konya’da “Şems Makamı” denilen ve Mevlevi töresince, Yeşil Türbe’den daha çok ziyaret edilen, Selçuklu tarzında kurşun kaplama bir kümbet ve çatıyla örtülü Mescit-Türbe’de büyük, boş bir sanduka bulunmaktadır ki bu sanduka, kenarları muntazam örtülü, battal bir kuyunun ağzını kapatmaktadır.

 

  • Mevlana, benliğinde bu benzersiz değişmeye olanak tanıyan Tanrı adamını ve onunla yeniden buluşmasının oluşturduğu devrimi şu dizelerle dile getirmiş ve kendini bu dizelerle ortaya çıkarmıştır:“Kıyasa sığmayan güzelliğinin bir zerresi görününce, tüm güzellerin güzellikleri tükendi, yandı…
    Doğu olsam, batı olsam, gökyüzüne çıksam, senden bir iz bulamadıkça, sonsuz yaşamdan bir iz yoktur bana.
    Ülkenin zahidiydim, kürsüye sahiptim.
    Gönül kazası, sana karşı ellerini okşamaktan öte bir şey yapamayan bir âşık durumuna getirdi beni.”
    “Deftere düşkündüm.
    Edip ve bilginlerin hep üst yanına otururdum.
    İlahi aşk şarabının sunucusu olan kişiyi görünce sarhoş oldum, kalemleri kırdım.
    Gayret gözyaşlarıyla abdest aldım da namazımda kıblem sevgilinin yüzü oldu.
    Senden başka başım varsa, yok olsun.
    Sensiz yaşarsam varlığımı yak.
    Kabe’de de sevgilim sensin, Kilisede de…”

 

  • Pergel gibiyiz biz.
    Bir ayağımız sımsıkı şeriata bağlı,
    Diğer ayağımızla yetmiş iki milleti dolaşmadayız.

 

  • “Herkes baştan sona gelir, bizse sondan başa gideriz.” Diyen yüce Hünkar, varlık ve insana ulaşabilecek son noktadan, Tanrı’dan baktığını belirtmektedir. Aslında Tanrı adamı, eşya ve insana Tanrı’nın gözü ile bakan adamdır.

 

  • Müdessir suresi 48-55. ayetler, Kuran’ı arkalarına alıp ondan kaçanları, onu anlamaya yanaşmayanları aslandan ürküp kaçan eşek sürüsüne benzetmektedir.
    Bu bir anlamda vahyin insana ulaştırdığı sonsuzluk nimetine sırt çevirmektir.
    Ve sonsuzluğa sırt çevirenler, eşek sürüsüdür…
    Mevlana, insanın iğreti, hayvan yanını ifade eden emmare nefsi de eşek diye anar ve der ki:
    Sonsuzluk yolunu bilmiyorsan, eşeğin tersine yürü; yol odur.

 

  • Bir mecliste Mevlana’ya:“Arif kimdir?” diye sormuşlardı.
    Mevlana da şu yanıtı vermişti:
    “Arif, sen sustuğun halde, senin sırrından söz eden kimsedir.
    O da Şeyh Selahaddin’dir…”

 

  • Selahaddin’in Fatma ve Hediye adında yüzleri gibi gönülleri ve durumları da güzel iki kızı bulunmaktaydı.
    Büyük kızı Fatma Hatun’u oğlu Sultan Veled’e nikahlayarak “Mütevazı” bir düğün düzenledi.
    “Düğünümüz, gerdeğimiz kutlu olsun cihana,
    Tanrı, bayramı, düğünü tam bizim boyumuza göre ölçtü, biçti…”

 

  • 1258 Aralık ayının Pazar günü, fani alemden, can ve beka alemine göçmüştü Şeyh Selahaddin…
    Babasından sonra Seyyid Burhaneddin, sonra Şemsi Tebrizi, şimdi de Selahaddin bu yolculuğa çıkıyordu.

 

  • “Ölüm gününde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı bende bu dünyanın gamı var, dünyadan ayrıldığıma tasalanıyorum sanma, bu çeşit bir kuşkuya düşme.
    Benim için ağlama, yazık yazık deme; şeytanın oyununa düşer, düzenine kapılırsan yazık olur, yazık yazık demenin sırası gelir.
    Cenazemi görünce, ah ayrılık ayrılık demeye kalkışma; kavuşup buluşmam, o zamandır benim.
    Beni kabre indirip bırakınca elveda elveda deme; çünkü kabir, can topluluğunun bir perdesidir.
    Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret; güneşe, aya, batmadan ne zarar geliyor ki?”
    Sana batmak görünür ama doğmaktır o; mezar, hapishane gibi görünür ama canın kurtuluşudur o!
    Hangi tohum yere ekildi de bitmedi; ne diye insan tohumunda da böyle bir kuşkuya düşmüyorsun yani?”
    Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı?
    Can Yusuf’u ne diye kuyudan feryat etsin?
    Bu yanda ağzını yumdun mu aç o yanda; artık senin hay huyun mekansızlık aleminin havalarındadır.
    Sabır yolunu kapama, acele etme, birkaç gün düşün.”

 

  • “Yürü, alemi gezin!” buyurulmuştur.
    “Sen de gez dolaş, bahtını, rızkını sınayadur”.
    İşte o görkemli Peygamber (İslamiyette Ruhban Sınıfı yoktur, sözünü tefsir ediyor) dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için yasaklamıştır.
    İnsanlar birbirleriyle buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır.

 

  • Çelebi Hüsameddin, Ahi – Türk diye anılıp tanınan Hasan oğlu Muhammed’in oğluydu.
    Babası Konya ve çevresindeki ahilerin reisi olduğu için (Ahi – Türk) unvanıyla tanınmıştır.
    İşte bunun için de Çelebi Hüsameddin’e Ahi – Türkoğlu lakabı verilmiştir ve adla, bu sanla anılmıştır.

 

  • Çelebi Hüsameddin, Mevlana’ya on yıl naiplik ve halifelik yapmış, Şems’in ve Selahaddin’in seçkin ve emsalsiz yerini almıştı.

 

  • Şems Mevlana’yı Mevlana yapmış, O’nu ilahi aşkın doruğundan öteye taşımış, Selahaddin bu aşkı pişirmiş, Hüsameddin’se bu aşkın öz tözünü altı ciltte özetlemiş, susamış gönüllere sürahi sürahi, kova kova, bardak bardak soğuk pınarlar akıtmış, düşünce ve şiir dünyasına Mesnevi adındaki ölümsüz yapıtını kazandırmıştır.

 

  • Mesnevi’nin altı cilt üzerine 26 bin beytini Mevlana’ya söylemiş, Hüsameddin de yazmıştır.
    Çelebi’yi ayrıca “Şeyh” postuna oturttuğu da bir gerçektir.

 

  • Yalnızca Mesnevi’nin özü sayılan ilk on sekiz beyti, Mevlana’nın kendi eliyle yazdığı bilinmektedir.

 

  • Hüsameddin bir gün Yüce Mevlana’ya:
    “Ya Mevlana, sizi seven aşıklar hep Hakim Senai’nin “Hadika”sını, Ferideddin Attarın “Mantıkı’t-Tayr”ını okumaktalar. Buna gönlümüz bir türlü razı olmuyor, olamıyor. Onlar tarzındaki bir kitap da siz yazarsınız, yakınlarımız yalnız sizin sözlerinizle meşgul olurlar. Zaten “divan”ınız hayli büyümüştür. Artık sıra böyle bir esere gelmiştir!” dedi.

 

  • Mevlana da O’nun bu isteğini canı gönülden kabul etti. Gülerek dedi ki:
    “Hüsameddin, söylemesi benden, yazması senden olacak.”

 

  • Büyük yapıtı Mesnevi, “şarihler” tarafından, batıni bir Kuran tefsiri olarak yorumlanmış ve kabul edilmiştir.

 

  • “Sana hafız diyorlar, acaba doğru mu?”
    “Evet”
    “Çok da hadis bildiğini duydum.”
    Doğru. Kütübu Sitte’nin çoğu hıfzımdadır.”
    Bunun üzerine Mevlana öfkeyle vezire şöyle dedi:
    “Behey nabekar adam! Allah ve Resulü konuşmuş, ıslah olmamışsın, ben sana ne diyeyim?”

 

  • Kafire hor bakmayın. Ola ki
    O da günü gelir islam olur
    Müslüman olarak ölür.

 

  • Mesnevi’yi yazarken, Cenab-ı Mevlana, hiçbir kitaba başvurmadan yapardı bu işi.
    Hiçbir kitaba başvurmadıkları gibi düşüncelerini sunarken, hiç duraklamazlardı.
    Bir yerde oturmaz, eline kalem almazdı üstelik.
    Ayrıca Medresede, Ilgın Kaplıcalarında, Konya Hamamı’nda, Meram Bağları’nda ve diğer yerlerde nerede aklına eser, hatırına gelirse söylemeye başlar, fakir de derhal kağıda geçerek zaptederdi.
    Hatta yazmaya bile yetişemezdi.
    Bazen geceli gündüzlü, birkaç gün söylerdi hiç durmadan.
    Bazen aylarca bu işle uğraşmazlardı.
    Bir zaman iki yıl ara verdiler. Bu süre içerisinde bir şey söylemediler.
    Bir cildin bitiminde, cehren (yüksek sesle; duyurulacak, açık olarak) kendilerine okurdum.
    Bazen tashihat (tashih-düzeltme) yaparlar, bazen yapmazlardı…”

 

  • Mesnevi, altı büyük cilt ve 618 beyitten oluşur.

 

  • Mesnevi’de öyle uzun uzun düşünüp taşınarak yazma, kafiye (uyak) arama, “vezin” bulma benzeri kayıtlar yoktur, bulunmaz da. Hüsameddin Çelebi’nin katkısı var mıdır, yok mudur? Burası bilinmemektedir işte.

 

  • Sadreddin Konevi büyük bir sufi idi.
    “Biz abdal erleriz, nerede olursa orada oturur, kalkarız. İmamlık, tasavvuf ve temkin ehline yakışır.”

 

  • Sadreddin’in hizmetinde olan Haci-i Kaşi adlı bir derviş, Mevlana’ya:
    “Yoksulluk nedir?” diye sormuştu.
    Sadreddin Konevi, dervişe çıkışarak, onu azarlamıştı:
    “Ey kemale ermemiş ham insan!… Mevlana, sana yanıt verdi, sen ise bunun farkına bile varmadın.”
    “Yanıtı ne idi peki?”
    “Tanrı’yı bilenin dili körleşir; yani tam derviş, velilerin karşısında, dille hiçbir şey söylemez, “hal” diliyle konuşur, ifade eder… Gerçek yoksul, dünya ve ahiret ayakkabısını ayağından atan ve kendi varlığından tam anlamıyla geçen insandır… Mevlana, sana bunu anlatmak istedi…”

 

  • Süleyman Pervane (Pervaneci) “Kamil insanı, eğitici Hak erlerini “pir” diye anar, Mevlana.

 

  • Hak erinin ortalıktan çekilip gidişi, insanlık için en büyük ziyandır, kayıptır, üstelik noksandır.
    Rumi, Hak erinin bu dünyadaki yerini, bir deveyi, yırtıcı hayvanlara karşı bir muskaya benzetir.
    Muska, devenin boynunda olduğu sürece, yırtıcı hayvanlar, ona asla saldıramazlar.
    Muska boynundan düşünce, yani Hak eri bu alemi terk edince, hepsi birden saldırır ve deveyi parçalarlar.
    Diğer insanlar, bunu engelleyemez, sadece seyrederler.

 

  • Hak eri, zehri bala dönüştüren iksir, sır kapılarını açan anahtardır.
    İnsanlığın ahmaklığa dayalı bunalımlarını tahrik eden, yanlışları düzelten de Hak eridir.
    Hak eri, dünyanın direği, varlığın hiç erişilmeyen ruhu gibidir.
    Tufan’ların kurtarıcı Nuh’udur Hak eri.
    Hak erinin hayatı gibi ölümü de rahmet ve berekettir.

 

  • “Bütün halkın tattığı zehri, biz de tattık ama şükürler olsun ki panzehiri bizdeydi.”

 

  • Hak erinin incitilip ruhunun zedelenmesi de insanlık adına kötü bir şeydir ve bu herkese pahalıya oturur.
    Mevlana’ya göre, hemen bütün beldelerin perişan olması, yıkılması, halklarının zor duruma düşmesi, bir Tanrı erinin gönlünün incitilmesindendir.

 

  • İşte bu yüzden bir Tanrı erinin ruhu, gönlü incitilecek olursa, yeryüzünde tüm beldeler yakıp yıkılır, orada yaşayan insanlar perişan duruma düşer.

 

  • “Madem ki Tanrı ve onun Peygamberi’nin sözlerini okuyorsun…
    O sözlerden öğüt alamıyorsan ve hiçbir ayet ve hadisin muktezasınca, (gereken, gerektiği şekilde) amel edemiyorsan, benim öğüdümü nasıl dinler ve ona uyarsın? Bu mümkün mü?

 

  • Tüm yaşamı boyunca, tek kadınla evli kalmış olan Mevlana, Larende’de evlendiği Lalasının kızı Gevher Hatun’un öbür dünyaya göçüşünden sonra, Konya’da ikinci kez Kerra Hatun’la dünya evine girmişti.
    Kerra Hatun, İzzetin Ali adındaki bir kişinin kızı idi.
    Gevher Hatun’dan Sultan Veled ve Alaaddin Çelebi adlı oğulları, Kerra Hatun’dan ise Muzafferüddin Emir Alim Çelebi ve Melike Hatun doğmuşlardı.

 

  • Mevlana Celaddin Rumi Hazretleri, kendisi evlilikte tek kadına bağlılığa imza attığı gibi başta yakınları olmak üzere, bizzat konağına, hizmetçi kadın, kız ve cariye kullanmadığı gibi başkalarının da kullanmasına engel olmuştur. Böylece kadın hakları konusunda, Anadolu’da bir ışığın doğmasına neden olmuştur.

 

  • Bilindiği gibi Mevlana’nın oğullarından Alaaddin Çelebi’nin adı Tebrizli Şems’in öldürülmesi olayına karışmıştı. Alaaddin Çelebi, 660 yılı Şevval Ayın’nda (Ağustos 1262) ateşli bir sıtmaya tutularak, pek genç yaşta göçmüş ve dedesi Bahaeddin Veled’in yattığı türbenin sağ yanına defnedilmişti.

 

  • “Hüsameddin Çelebi Mesnevi’yi, Sultan Veled Mevlana’yı, Mevlana da bize, Hazreti Muhammed’i verdi.”

 

  • “Anlamak istersen eğer pirini, al oku Sultan Veled’in şiirini.”

 

  • “Sultan Veled diyor ki: “Dedemin azameti Kibriyaı, babamın tevazuu, Muhammedi’dir.”

 

  • Sultan Veled, Rebabname adlı yapıtındaki Türkçe şiirlerinden birisinde şöyle der:
    Mevlana gibi cihanda bir er olmadı
    Ancılayın hiç kimse hak’tan dolmadı.
    Ol güneştir, evliyalar yıldızı
    Dögelinez ol değürür o ruzu
    Tanrı’dan her bir kişi bahşiş bulur
    Haslarunun bahşişi arıksu olur
    Bahşişi kim verdi hak Mevlana’ya
    Anı, ne yoksula verdi, ne baya
    Siz anı, benim gözümle görünüz
    Anın esrarını benden sorunuz.
    Ben diyem sözler ki kimse demedi
    Ben verem nimet ki kimse yemedi
    Ben verem hilat ki kimse giymedi
    Kimse benim bahşişimi saymadı.

 

  • Rubaiyat
    Kulunla beraber oturduğun gecelerde, ölüm çağırmaz,
    Ay’ın yere düşen harlı nuru gibisin gönül dolusu.
    Sen öyle ya da böyle, nuru yere düşürdüğüm zaman, ey ölüm
    Senin uyku dolu süzgün gözünün kölesiyim, kölesi.

Sen aslından neslinden öğünmeden çıkıp geldin, gül gibi
Sümbül gibi gülerek, neşeyle çıkıp geldin, aslından.
Kendi atanın yaver oluşundan, kehribar oluşundan dem vurma,
Sen yeryüzüne tutsak olmuş, kurtulmuş şaşılacak bir servisin her an.

Hiçbir şeyden haberin, haberimiz olmasaydı, ne olurdu?
Deden padişah olmuş, dilenci olmuş ne farkeder ey can?
Aşığın yüzü de böyle soran gibi sararmazdı bizi, hu derdi, huu!
Baban dost olmuş gökteki tüm kuşlarla, ya olsaydı can alıcı bir Sultan?

 

  • Mevlana büyük Mesnevi’sinde:
    “Beylik ve padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, bir tür can ermedir.
    Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü.
    Cenaze gibi kimsenin boynuna binme.
    Tanrı nimetine küfranda (Görülen bir iyiliği unutma) bulunan ister ki herkes, kendisini yüklensin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler.
    Rüyada kimi tabuta binmiş, götürülüyor görürsen, yüce mertebeli, büyük mevkili bir adam olur.
    Çünkü o tabut, halkın boynuna bir yüktür.
    Bu büyükler de halkın boynuna yük olurlar.
    Yükünü herkese yükleme, kendine yükle.
    Baş olmayı az iste, yoksulluk, daha iyidir.”

 

  • Eğer insanoğlu kıymetini bilirse, yoksulluğun, hatta dilenciliğin kimi zaman sultanlıktan, padişahlıktan ve beylikten üstün olduğunu dile getirmeye çalışıyor.

 

  • Mevlana insanlardan bir şey istemiyordu.
    Çünkü Mevlana, tüm insanları seviyor, onların mutluluğu, onların erinci, onların yüceliği için çalışıp çaba harcıyordu. Mevlana, bunun için kendi yüceliğini bile hiçe saymış, yeri geldiği zaman bir dilenciye eş değerde tutmuştu kendini, onunla denk görmüştü.

 

  • “Oğlum, eğer düşmanının da seni sevmesini diler ve istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle.
    O vakit, o düşman senin dostun olur mutlaka. Çünkü gönülden dile, dilden de gönüle ulaşan yol vardır.”

 

  • Eğer tu ışk nedani bipurs ez şebha
    Bipurs ez ruh-ı zerd o zi huşki-i lebha.

    “Aşk nedir, bilmiyorsan, gecelere sor, şu sapsarı yüzlere, şu kupkuru dudaklara sor.
    Su nasıl yıldızı, ay’ı aksettirir, gösterirse bedenler de canı, aklı bildirir, gösterir.
    Can, aşktan binlerce edep öğrenmede, öylesine edepler ki mekteplerde okunup öğrenilmesine imkan yok.
    Gökyüzünde, yıldızlar arasında parlak ay, nasıl görünürse, aşık da yüzlerce kişi arasında öyle görünür, o göründü mü, herkesin ışığı, parlaklığı söner, yok olur.
    Akıl, bütün gidilecek yolları bilse de yine aşk yolunu bilemez, şaşırıp kalır.
    Aşk ab-ı hayatını içen ve Hızır kesilen gönül sahibine bütün kaynaklar kesat olur, artık hiçbirine aldırış etmez o…
    Bahçeye gidip de yorulma, aşığın gönlüne gir de Şam’ı da gör, dalgaları da, gül bahçelerini de, Medineyi’de…”

 

  • Sultanlar, sunulan hediyeleri, armağanları hazineye koyuyor, Mevlana ise muhtaçlara dağıtıyordu.

 

  • Mevlana bir naatında diyor ki:
    “Gene geldim, gene geldim.
    Ruh gibi tene geldim.
    Tepeden tırnağa dek Allah diyerek, Allah’ı dileyerek, Allah’a en yakın olan mertebeyle geldim.”
    Çünkü o herkesi seviyordu
    Çünkü O, herkesi seviyor, herkesi kalbinin odalarına, dergahının tüm kapılarına kabul ediyor, içeriye buyur ediyordu. Bu kabul ediş sırasında tüm insanlara mütevazı olmayı öğretmeye, burnu havada ya da kibirli olmanın sakıncalarını anlatmaya çalışıyordu.

 

  • Gene gel
    Gene gel, gene,
    Ne olursan ol,
    İster kafir ol, ister ateşe tap, ister puta,
    İster yüz kere tövbe etmiş ol,
    İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.
    Umutsuzluk kapısı değil, bu kapı,
    Nasılsan öyle gel.

 

  • “Mevlana, herkesle dost olduğunu söylüyor, yetmiş iki millet dostumdur, diyor.
    Bu nasıl olur, Kadı Efendi? Bu söz küfür değil midir? Değilse nedir?”
    Kadı Siraceddin, bu sözün tahkiki (araştırılması) için bir adamını Mevlana’nın yanına gönderiyor.
    Adam, büyük bir merak ve işgüzarlık içinde Mevlana’ya:
    “Evet, aynen böyle söyledim,” der.
    Adam, bunun üzerinde Mevlana’ya ağza alınmayacak sözlerle hakaretler yağdırır.
    Mevlana büyük bir sabır ve sükunet içinde adamı dinledikten sonra:
    “Sözleriniz bitti mi?” diye sorar.
    Adam:
    “Evet, bitti.” Diye yanıt verir.
    Mevlana, bunun üzerine şu rubaiyi okur:
    Tüm sende olan sırlar açıklansa eğer
    Gül bahçesi olduydu bütün gök ile yer
    İnsanda silinsin şu kibir, gör o zaman
    Her bir firavun olur Musa peygamber.
    Aşk kafiriyiz biz, Müslüman başka
    Ufacık karıncayız biz, Süleyman başka.
    Bizden sarı bir yüz iste, ciğer parçası iste
    İpekli kumaş satan bezirgan başka?

 

  • Alameddin Kayser’e:
    “Neden Mevlana’yı bu denli çok seviyorsun?” diye sorarlar.
    “Her peygamberi ümmeti, her veliyi müridleri sever.
    Fakat Mevlana’yı ise her ulustan insanlar, herkes seviyor.
    Ben nasıl sevmeyeyim,” yanıtını verir.

 

  • Mevlana birçok Hristiyan’a Müslümanlığı seve seve kabul ettirmişti.
    Görüştüğü bir papaza sormuştu:
    “Sen mi büyüksün, yoksa sakalın mı?”
    Papaz, hiç beklemeden yanıt vermişti, ona:
    “Ben sakalımdan yirmi yaş büyüğüm…”
    “Senden yirmi yaş küçük olan sakalın ağarmış… Yazık değil mi ki, sen hala karanlıklar içindesin?”

 

  • Hristiyan din adamları, Yüce Mevlana’yı derin bir kendilerinden geçerek dinliyor, yürekten kendisini onaylıyor, ona hak veriyorlardı. Bir gün Konya çarşısından geçerken, karşılarına bir papaz çıkmıştı.
    Papaz, Mevlana’yı görünce, hemen eğilerek selam verdi, kendisine.
    Mevlana, ondan daha çok eğilerek selam verdi selamına.
    Papaz, doğrulunca gördü ki, Mevlana hala “ihtiram” (saygı) duruşundadır. Eğildiği gibi kalmıştır.
    Sonunda görüşüp ayrıldılar, pazar yerinden.
    Biraz yürüdükten sonra, Mevlana yanında bulunanlara şöyle dedi:
    “Allah’ıma şükürler olsun, alçakgönüllülükte de papazı yendik, üstün geldik ona.”

 

  • Işkest tarik-ı rah-ı peygamber-i ma
    Ma zade-i ışkım ü ışk büd mader-i ma.

“Bizim Peygamberimizin yolu aşk yoludur.”
“Biz aşk çocuklarıyız; aşk bizim anamızdır.”

 

  • Üç sözden fazla değil,
    Bütün ömrüm bu üç söz
    Hamdım, piştim, yandım…

 

  • “Tanrı aşkı ve sevgisi her şeyin üstünde ve içindedir.
    İnsan kendini var edeni, yaratanı nasıl sevmeyebilir?
    O yaratana asla soru sorulamaz.
    Onun aldıkları, verdikleri asla sorgulanmaz ve de yargılanmaz.
    Onunla hesaplaşmaya kalkışılmaz.
    Bunu yapmak en büyük ‘gaf’, en büyük suçtur.”

 

  • “Aslolan sevmektir. İnsan kendisinde bu duyguyu duyumsayınca, onu arıtmak için çalışmalıdır.
    Vücutlarımız bir kovan gibidir; bu kovanın balı ve mumu da Tanrı’nın aşkıdır…”

 

  • “Hakiki maşuk olan Tanrı’dan başka bir temaşası bulunan aşk, aşk olamaz; saçma sapan bir sevda olur.”

 

  • Mevlana’daki aşk, ilahi aşktır, başka bir şey değildir.

 

  • Gerçek anlamıyla Şems bir simgedir, demiştik, Yüce Mevlana’da.
    Bu simge, Tanrı’nın cemal ve celalini ima eder.
    Mevlana’nın şiirlerinde gördüğümüz bağ, gül, bülbül, tümü de birer simgedir.
    Asıl amaç, Tanrı’dır, ona ulaşmaktır.
    Tanrı’ya ulaşma yolunda, sevgiliye kavuşmaktansa onun aşk ateşiyle yanmayı yeğlemeye de Mevlana işte burada toz kondurmaz. O yüzden de tüm şiirlerinde temizlik ve paklık esastır, asıl ilkelerden birisidir.

 

  • Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O’dur,
    Altı yönde ve altı cihette mabud O’dur.
    Bağ, gül, bülbül, sema ve sevilen
    Hepsi bahanedir, maksat daima O’dur.
    “Cübbem, sarığım, bütün şunlara bak
    Vermez metelik kimse, değerden uzak
    Sen dünyada hiç mi duymadın ismimi?
    Hiçtir denilir, hiçim, hiçim ben ancak.”

 

  • Şarap da meyhane de Mevlana için birer simgedir.
    Gülün, bülbülün, bağın, bahçenin, hurilerin de tıpkı simge olduğu gibi Yüce Mevlana, yapıtlarında pek çok simge kullanmış ve onları yazın ürünlerinin bel kemiği durumuna getirmiştir.

 

  • Meyhane vardım kapıdan attım ayak
    Sırtımdaki dünya hırkasından çıkarak.
    Herkes bakıyordu gördüm apayrı yere,
    Ben kendi bakışlarıma baktım ancak.

 

  • Mevlana, içindeki aşkı sema ile beslemekteydi.
    Bundan da büyük zevk alıyordu.
    Kendisine sema etmesini ilk kez Şems öğretmişti.

 

  • Semazenler kollarını çapraz olarak omuzlarına bağlayıp seyhin umuma karşı baş keserek vermiş olduğu selama, aynen eğilerek karşılıkta bulunurlar.
    Saygıda kusur eden semazenler, uyarılırlar.

 

  • Geçsin gece sarhoşluğumuz gönülde
    Kendince yanıp duran söz olduk gönülde
    Biz kendimizin aşığıyız hem de sevgilisi
    Meclis de biziz gül de biziz bülbül de.

 

  • Mevlana, Yüce Divanı’nda sema için şöyle buyurur:
    “Sema, sevgilisinin vuslatına (kavuşmasına) erişmek içindir.”

Bu vuslatın zevkini, hazzını alan aşık, artık zaman ve mekan kayıtlarından tamamen kurtulmuştur.
O’nun bu bağlardan kurtulmuşluğu, tüm insanlığa adadığı şiirleriyle, yapıtlarıyla O’nun yüceliğini bir kez daha ortaya koyar. Mesnevi’de: “Zamandan, zaman kaydından kurtulduğun vakit, ortada keyfiyet diye bir şey kalmaz. Keyfiyetsiz Tanrı’ya mahrem olursun.”

“Demirle mıknatıs ne ise, aşıkla maşuk da odur.”
Bu hal bir süre devam eder.
Sonra ağır ağır dinginliğe ulaşır, varır.
“Artık öyle bir makama ulaşmıştır, varmıştır ki, orada ne zikir, ne zikreden, ne de zikredilen bulunmaktadır.”
“Sema, aşıkların gıdasıdır, çünkü onda sevgili ile birleşmenin düşü ve hayali vardır.”

Kuran-ı Kerim’de, “İman edip salih ameller işleyenler, ağırlanacakları bir Cennet’de bulunurlar,” mealindeki ayet-i kerime, sema ile özdeşleştirilip tefsir edilmiştir.

 

  • Semada, taksim bittikten sonra, semazenler aynı tempoyla ellerini yere vurarak, semaya kalkarlar.
    Semanın asıl çalgısı nay (ney) ve kudümdür.

 

  • Mevlana, yüceliğini belki de bu semaya verdiği öneme borçludur.
    Tasavvuf erbaplarının hiçbiri O’nun kadar semaya düşkün değildir.
    Üstelik Mevlana, bunun yapılmasını başta müridleri olmak üzere herkesten ister.
    Sema’nın varlığının başta kendisi olmak üzere herkese büyük yararlar sağlayacağını da belirtir.

 

  • Sipehsalar, “Dostlar, sema ediniz. Semanın halka haram olması, nefis hevasıyla uğraşmalarındandır.
    Onlar sema ettikleri vakit, kendilerinde o iğrenç durum artar (ziyadeleşir).
    Hak ve hakikatten (gerçekten) gafil (habersiz) olarak, davrandıkları için, sema kendilerine haram olur.
    Oysa ki Hak’kı isteyen ve ona aşık olanlar, sema ettikleri vakit, aşkları ve manevi durumları sürekli artar.”

Mevlana, semaya Tebrizli Şemseddin Hazretleriyle tanışıp biliştikten sonra başlamış, onun açıklama ve irfanı ile kavuşmuştu, bu güzelliğe. Oysa semayı nasıl ve ne şekilde vazeylediğini soran kimselere de Mevlana:

“Haşa, ben koymadım, belki kaldırdım,” yanıtını vermiştir.

O, imanı bütün, gönlü bol ve gani, aşık bir Müslümandı.
Mutlak gerçeğe varabilmek için ve onun uğruna aşk ve vecd içinde Tanrı’yı seven ve O’na hamdeden bir sufiydi.
Tüm yapıtlarında vermek istediği şey, gerçekleştirmek istediği tek amaç buydu.
Her zaman olduğu gibi hatta başkalarının da yapmak istediği fakat bir türlü başaramadığı biçimde Tanrı’yı seviyor, kitaplarına ve tüm peygamberlerine inanıyor ve O’na severek, bilerek, isteyerek kulluk yapıyordu.

Men bende-i Kuranem ta can darem*

Men haki reh-i Ahmed-Muhtarem

*Yaşadığım müddetçe Kuran-ı Kerim’in kuluyum ben…
Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın yolunun toprağıyım ben…
Birisi, benim sözlerimden bundan başka söz naklederse, o kimseden de o sözden de bizarım ben…

 

  • Ger nakl küned cüz in kes ez gaü güftarem
    Bizarem ez o vü suhen bizarem.
    “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum… Bu zayıf kul, kulluğu layıkıyla ifade edemediği için utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle azadedilince, sevinir.
    İlahi, ben sana kul olduğum için seviniyorum.”

 

  • Mevlana, çok yakınlarının, hem de çok yakınlarının kendisini ve özellikle Şems gibi dostlarını yadırgamaları yüzünden, dünyaya küser ve ona fahişe damgasını vurur.
    Bu vuruşta, Mevlana’nın yine kibiri, kendini yüksek görmesi gibi bir durum yoktur.
    “Bir başka dünya var; onun kanıtı da yenilerin gelmesi, şu eskiyip yıprananların da geçip gitmesi.”

 

  • “Yaşayış göğüne ağmak, miraç etmek istiyorsan, bil ki oruç, meydandaki Arap atındır senin.”
    “Şu oruç her hayvanın yaşayışına noksan verir; onun içindir ki oruç insanın insanlığını olgunlaştırmaya mahsustur.”
    “Oruç, dünyada özlem çekenlerin yüreklerini-gönüllerini, canlarını öylesine gençleştirir, tazeleştirir ki zavallı balığı bile su, o denli tazeleştiremez.”
    “İman, beş direk üzerine kurulmuştur ama vallahi o direklerin en büyüğü oruçtur.”

 

  • Anadolu Selçukluları devrinde, devletin resmi mezhebi, Hanefi olduğu için medreselerde ders veren müderrislerin de Hanefi mezhebinden olması koşul olarak öne sürülmüş, hatta bu koşul, Selçuklular döneminde medrese vakfiyelerine de geçmişti.
    Mevlana’nın da mezhebi Hanefi’dir.
    Fakat o, “Aşıklar, Mezhep ve ulustan kurtulmuşlardır. Onlar için mezhep ve ulus, Huda’dır,” buyurur.

 

  • “Şeriat muma benzer, yol gösterir.
    Fakat mumu ele almakla yok aşılmış olmaz.
    Yola koyuldun mu, o gidişin tarikattır.
    Amacına ulaştın mı, o da gerçektir.
    Bu yüzden hakikatler ortaya çıksaydı, şeriatlar, yollar batıl olurdu.”
    Mevlana’ya göre şeriata uyan, yaşam içinde nesnel erinç (manevi huzur) ve hazlar elde eder.

 

  • “Allah müminlerin yâridir ve onları karanlıktan ışığa çıkarır. (Kuran-ı Kerim, Bakara Suresi, 257. Ayet)
    Amel, insandaki anlamdır.
    Söz amelin semeresidir, amelden doğar…”

 

  • Amel kişinin aynasıdır.
    Tanrı katına vardığı zaman da ameline bakılacaktır. Ona göre cezası ya da sevabı kesilecektir.
    Amelin iyisi, insanın iyisinden doğar. Kötü insanın, kötü ameli olur.
    Kul, araya girer de “Ben de bilirim, senin yaptığın iş kötü ameldir,” diyecek olursa, şirk koşmuş olur.
    Bir de Kuran’ı Kerim’de Tanrı, kul borcuyla gidilmemesini şart koşmuştur.
    “Bana olan borçlarını ben affederim ama eğer kul borcuyla gelirsen yapacak bir şey kalmaz,” buyurmuştur Yüce Tanrı.

 

  • “Allah’tan bize edep ihsan etmesini talep edelim.
    Çünkü edepsiz olan kimse, Allah’ın lütfundan yoksun kalır.

 

  • “İmanın sırrı korku
    Her kim Tanrı’dan korkarsa, o Hristiyan da olsa, din sahibidir, dinsiz değildir,” diyerek asıl tehlikenin dinsizlik ve imansızlık olduğuna işaret etmişti.

 

  • Celaleddin Rumi diyor ki: “Bu cihandan göçenler yok değillerdir.
    Hak’kın sıfatlarına karışmışlardır.
    Onların tüm sıfatları, Hak’kın sıfatlarında, güneşin önündeki yıldızlar gibi, nişansız kalmışlardır.”
    Şöyle bir teşbihle bu düşünceyi açıklamaktadır, Yüce Mevlana: “Gündüz, yıldızlar var olduğu halde, zahiren görünmez. Çünkü güneşin ışığı karşısında onların varlıkları hiçtir. Zaten ışığı güneşten alırlar.
    İşte biz de Hak’la diri ve onunla varız.
    Ölünce, Hak’kın sıfatlarına karışmış oluyoruz.
    Yani Hak’tan bir zerre olan ruh, ölümle Hak’ka rücu (Geri dönme, Cayma, sözü ve fikri değiştirme) ettiği zaman, bizim varlığımız, asıl varlıkla mahvoluyor. Sonra Tanrı’nın huzur-ı maneviyesinde toplanacağına göre, hazır olacak olanın madum (yok olmak) değil, mevcut olması ikita eder (gerekir).”

 

  • Yüce Mevlana, insanda iki tür ruh bulunduğuna değinir.
    Birinin insani, diğerininse hayvani olduğunu açıklar.
    İnsani ruh, izafi (görece) ya da ilahi ruh sıfatlarını alması nedeniyle Ruh-ı Azam’ın bir ışığıdır.
    Sonuç olarak: “Ben ona kendi ruhumdan nefhettim,” (üfleme, şişirme) ayet-i celilesi, bu hakikati anlatır.
    Bu ruh bedene, ne bitişik, ne ayrı, ne dahil, ne hariç olup onunla münasebeti tarif ve tavsiye sığmaz, mahiyetine vukufa izin yoktur ve Tanrı’ya oranı itibariyle baki ve layemuttur (ölmez-ölmezlik).
    Hayvani ruh ise nefsinin heva ve hevesine uyan, gıdaya, cesede, mekana muhtaç olan ruhtur.
    İnsanoğlu, ruhunu (tinini) terbiye ile olgunlaştırarak, nefsine, hasedine, şehvetine, hırsına galebe çalar ve tapınmayla (ibadet) insani bir ruh elde edebilir.

 

  • “Gözlerim yeterli değil, daha yüzlerce göz bulmalıyım, ödünç gözler almalıyım da seni seyretmeliyim,” diyen Hazreti Mevlana, bu sözleri, bir açgözlülük belirtisi olarak söylememiştir. Elbette o da insandır, beşerdir.
    Dünyaya susamışlığı, dünyaya doymamışlığı işte bu sözlerde saklıdır.
    Ancak “Âlemi manada neler gördüm, neler?” diyebilmek için bu ödünç alacağı gözlere büyük gereksinimi vardır, Yüce Mevlana’nın.

 

  • Celaleddin Rumi ve İkbal’in Kuran’ı Kerim kaynaklı “Yaratıcılık Tehlikesini göğüsleme” inançları, Müslüman dünyada daha tam bir şekilde yaşama geçirilmemiştir.
    Bunun en belirgin ve en yıkıcı örneği, “Dinin Kuran’a teslim edilmemesidir.”
    Daha açık bir deyişle Müslüman Dünya, çağların önümüze biriktirip yığınak yaptığı taklitçi, hazırcı toplama-devşirme din anlayışını, hazır ve sıkıntısız olduğundan benimsemekte, Kuran’ın dinamik, eşya ve olaylara egemen olmaya alıp götüren din inancına bir türlü geçmemektedir.
    Çünkü böyle bir geçiş, ancak ve ancak yaratıcılık tehlikesini hiç çekinmeden göğüsleyecek ve eski terekeyi (miras) Kuran’ı Kerim’in denetimine vermek üzere geniş bir sınır içine alacak iman ve sonsuzluk pirlerine kesinlikle gereksinimi vardır.

 

  • İnsan varlık dairesini-çemberini tamama erdirmek durumundadır.
    Mademki bir çember, bir daire söz konusudur ve mademki başlangıç noktası Tanrı’dır, bitiş noktası, son nokta da Tanrı olacaktır. Kuran’ın beyanıyla, buyruğuyla: “Tanrı hem başlangıç, hem de sondur.”
    Ve “Dönüş mutlaka Tanrı’yadır.” (Kuran, Bakara 28, 285)

 

  • Varlık çemberindeki hareketimiz ya da yaşam yolculuğu, cansız maddelerde ilk adımını atıyor.
    Bu seyrin genel adına, “Varlık Çemberini tamamlamak,” deniliyor.
    Sufiler buna, seyir, sefer, hicret, gurbet ya da süluk

 

  • İnsanla Tanrı, iki yabancı değil, asılları bir, fakat ayrı kalmış iki sevgilidir.
    Yarın iki yabancılaşmış varlıktırlar.

 

  • Günümüzün Mevlana’sı sayılan Muhammed İkbal’in başyapıtı Cavidname’nin giriş bölümünde, çağdaş bir yinelemesini gördüğümüz bu ölümsüz beyitleri hepiniz bilirsiniz:
    “Dinle bu ney, nelerden şikâyet ediyor, nasıl anlatıyor ayrılıkları?
    Diyor ki: Beni kamışlıktan kestiklerinden beri haykırışımla, kadın da ağlayıp inlemiştir uzun uzun, erkek de.
    Ayrılıktan lime lime olmuş bir yürek isterim ki aşk ve özlem kederlerini, dertlerini anlatayım, ona.
    Aslında hayli uzak kalan kişi, buluşma zamanını her vakit, arayıp durur.
    Alem bir ney’e benzer.
    O ise her deliğinden bu neyin üfleyip durmaktadır.
    Her haykırış, o şeker mi şeker, o tatlı mı tatlı iki dudağın hazzını bilir ve duyar.”

 

  • Rumi, insanın amacını sosyal ya da tarihsel olmak değil, kozmik ve evrensel olmak diye düşünüyor.

 

  • Celaleddin Rumi, kozmik ve evrensel olmayı “Sevginin yok uğruna harcanması” diye anlatıma sokar.
    Bu da kozmik ve evrensel olmayı hazırlayan yolda insanın gücünü ortaya çıkarır. İnsanın gücü ortaya çıkınca da kozmik ve evrensel olma konusunda, Rumi’nin ne kadar haklı ve doğru olduğu görülür.

 

  • “Dünyada herkes sevgilisine can verir fakat birinin sevgilisi kan tulumundan oluşmuştur yalnızca.
    Diğerindeki güneştir, nur ve ışıktır.
    Mademki tüm insanlar, kendilerinde iyi ya da kötü bir sevgili beğenip seçer, kendimizi o anda, bir yok için yok etmemiz yazık değil mi?” (Divan-ı Kebir, 1/21)

 

  • Tüm bir mana evrenini kucaklayan engin düşünceli bir insan olan Mevlana, evinde çok “sade”, yoksulca bir yaşam sürmekteydi. Bu sürdüğü yaşamı da kimseye belli etmemek için elinden geleni yapmakta, onlara asla böyle bir durumu varlığını duyumsatmamaktaydı. Çünkü biliyordu ki bunun ayırdına (farkına) varsalar, kendisini rahat bırakmayarak, ona ihsanlarda bulunmaya çalışacak ve hediyeler sunacaklardı. Bu kez Celaleddin Rumi, daha da zorda kalacak, verilen o armağanları reddetmek zorunda kalacak, istemeyerek de olsa, gönülleri kırarak, belki de bazılarını tamamen yıkacaktı.

 

  • Hazret’in sofrası da mütevazi ve yoksulcaydı. Giyimi de öylesine sadeydi.

 

  • Gerek feracesinin, gerekse gömleğinin önü daima yırtmaçlı olarak dikilirdi.
    Çünkü bu giysilerin çoğunu birkaç gün sonra bir yoksulun üzerinde görmek olasıydı.
    Bundan çok hoşlanan Mevlana, hediye edeceği zaman sırtından kolaylıkla çıkması ve çıkarırlarsa, çıkaranlara güçlük vermesin diye, yırtmaçlı şekilde dikilirdi, tüm feraceleri.

 

  • Mevlana, bir filozof olmayıp bir sufidir.
    Felsefede ve tasavvufta amaç, gereği aramak ve ona mutlak surette ulaşmaktır.
    Ama aralarında farklı farklı bir metod bulunmaktadır.
    Felsefenin yolu, akıl ve aklın istidlal (Bir tanıt çıkarma. Tanıt getirme, tümdengelim?) esası olduğu halde, tasavvufta “Hal”e yani kalbi doğuşa önem verilmiştir.

 

  • Mevlana Fih-i Mafih adlı eserinde: “Çağımızdaki bilginler, kılı kırk yarıyor.
    Ama asıl önemli olan ve kendilerine her şeyden yakın olan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar,” demiştir.
    Kendini bilen ise Tanrı’yı bilecektir.
    Yol bu kadar yakınken, düş veya imgeye kapılmanın, vesvesesiyle uğraşıp didinmenin ne gereği var?

 

  • Varsın başı taştan taşa çarpsın derim
    Tüm gövdesi kan, üst baş bin bir dilim.
    Elbet o vakit parmağı ağzında döner,
    Ancak o zaman değer bulur sözlerim.
    Ettin ama dostum bugünün yarını var,
    Tümden iyilikler, kötülükler aşikâr
    Hiç geçmemeliydi aşk yolundan ihanet
    Ben doğru, sen eğri… Doğdu bundan zarar.

 

  • Mevlana cesur bir insandı.
    Cesaretini de halk için kullanan bir bilge, bir pir’di.
    Üstelik gözünü budaktan, sözünü dudaktan hiçbir zaman esirgemezdi.
    Karşısındaki Sultan bile olsa hatasını, eksiğini hemen yüzüne vurur, halktan yana bir tavır sergiler, onların hak ve hukuklarını savunmaya çalışırdı.
    Yüce Mevlana’nın böyle açık, böyle güzel rubailer, şiirler yazdığı dönemde Anadolu’ya Moğol akınları başlamıştı.

 

  • “Hiç korkmayınız ve endişelenmeyiniz,” dedi.
    “Şehir kıyamete kadar Moğol kılıcından korunacak, bugünden sonra.
    Konya’ya kasteden, bizim manevi darbemizden asla kurtulamaz.
    Sultan-ül Ulema’nın kutsal vücudu, bu topraklarda gömülü olduğu müddetçe, bu ülke korunmuş olacaktır.

 

  • O güne değin Mevlana’nın hiçbir sözü yalan ve yanlış çıkmamıştı.
    Nitekim, Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya Kalesi’nin bazı bedenlerini yıkan Moğollar, Konya’da hiçbir katliam yapmaksızın, bir sabah çekip gitmişlerdi.
    Gidiş o gidiş; oraya bir daha hiç uğramamış, Anadolu içlerinde dolanıp durmuşlar, sonra da çekip başka ülkelere gitmişlerdi.

 

  • Selçuklu Devleti’nin karışık günlerinde ve saltanat kavgaları döneminde, Mevlana’nın on sekiz günlük bir süre için tahta Naip olarak atandığı, sonra da saltanatı, Osman Gazi’ye devrettiği konusunda bazı Mevlevi kaynaklarının vermiş olduğu bilgiler gerçek dışıdır. Aslına uymayan bu bilgiler, Yüce Mevlana’nın büyüklüğüne katkıda bulunmaz, bilakis O’nın bir bakıma saltanat kaygısı taşıdığı izlenimi uyandıracağı için kendisini istemeyerek de olsa küçültür.

 

  • Celaleddin Rumi ancak halkı desteklemek amacıyla onlara yaklaşır ve en tehlikeli günlerde bile onlarla beraber olarak, halka verdiği değeri her zaman için öne çıkarır. Çünkü o, “Tanrı’dan başka müşteri arayan, eşekten başka bir şey değildir. Şu külhanın yeşilliğinde, eşekler gibi yiyecek arar, durur o,” diyerek insanlar Tanrı arasındaki kutlu yakınlığı, kutlu beraberliği ortaya çıkarmaya ve oluşturmaya çalışır.

 

  • Mesnevi’nin 19. Beyiti:
    “Bağı çöz oğul, özgür ol. Ne vakte değin altına-gümüşe bağlanacaksın?”
    Yüce Mevlana’nın tek korktuğu şey, ayrılıktır.
    “Mezarımı ziyarete gelirsen toprak yığınım oynuyor görünür sana.
    Tanrı beni aşk şarabından yaratmıştır; ölüm beni çürütse bile gene o aşkım ben,”
    (Divan-ı Kebir, 6/240) diyor sevgili, Mevlana.

 

  • “Bütün âlemlerde gizlenen hazine biziz. Ebedi mülkü bağışlayan hep biziz.”

 

  • “Bu su ve toprak karanlıklarını geçtikten sonra, gördük ki hem hırsız ve hem ab-ı hayat yalnız biz imişiz.”

 

  • “Kardeşlerim, kardeşlerim!…
    Bir gücün, bir erdemin kaydında olmayın sakın…
    Yalnız kalplerinizin gerçeklere açılmasını aklınızdan çıkarmayın, hep onu düşünün…
    Sevin birbirinizi, herkes birbirini sevsin; çünkü düşmanlar pusudadır.”
    Düşman dediği şey, bilinen, malum şeydi. İnsanlarda bulunan fesatlık, haset, kıskançlık, yalan, ihtikâr, cehalet, her türlü kötülükler…

 

  • Mevlana, konuşmalarını, sohbetlerini, her zaman bir öyküyle renklendirir, zenginleştirirdi.“Zengin fakat cimri bir adam varmış. Bir gün camiye gitmiş.
    Orada iken ansızın aklına: “Acaba evde kandil külahsız mı kaldı?” diye bir kuşku girmiş. Dakikasında koşarak evine gitmiş. Kapıyı çalmış ve kızcağız açmadan O’na: ”Kapıyı açma, kandilin külahını geçir ki, rüzgar içindeki yağı bitirmesin,” demiş. Cariye içeriden:“Kapıyı niçin açtırmıyorsun?” diye sormuş.
    Adam: “Kapının tokmağı aşınmasın kızım,” yanıtınız vermiş. Cariye: “Madem ki bu kadar iktisadı düşünüyorsun, camiden buraya kadar yürümekle ayakkabılarının eskiyeceğinin hiç düşünmedin mi?” diye sormuş. Cimri adam: “Hiç düşünmez olur muyum kızım? Buraya kadar yalınayak geldim, işte ayakkabılarım koltuğumun altında duruyor,” diye yanıtlamış.

 

  • Mesnevi, dünyada Kuran’dan sonra en büyük kitap olma özelliğini kazanmıştır.
    Mağz-ı Kuran (Kuran’ın Özü) diye nitelendirilen Mesnevi’de Mevlana, ilgisi düştükçe, bir öykü anlatır; bazen o tamam olmadan ikinci, hatta üçüncü bir öyküye geçerek tamamlamak için de ilk öyküye geri dönerdi. İlk öyküden devam ederek, anlatacaklarını bitirirdi. Ve insanı bu öykülerde öylesine büyülerdi, peşinden sürüklerdi ki, etkisinden asla kurtulunmaz, fikirleri aydınlık bir nur içinde yıkayarak, gerçeğin yollarını ardına kadar açardı.

 

  • Doğan Kuşu karada avını bulmak için uçup duruyordu. Bu sırada kazlar da suda yüzerek, yiyecek topluyor, fakat tehlikelerden uzak bir şekilde yaşıyorlardı. Gökte uçan Doğan, onları gördü ve alçaldı…
    Kazlara seslenerek, onları karaya davet etti:
    “Ey kazlar, niçin öyle suyun ortasında gezinip duruyorsunuz?
    Karaya buyurun gelin, burada yeşil çayırlar, renk renk çiçekler, bol taneli ekinler var.
    Sudan çıkın ve bu nimetlerden hemen yararlanmaya bakın. Kendinizi yormayın boş yere,” dedi.

Akıllı bir kaz gagasını kaldırarak, boynunu uzatarak, ona yanıt verdi:

“Ey Doğan Kuşu, iyi söylüyorsun, hoş söylüyorsun ama su, bizim aşılmaz kalemizdir, her zaman bizi korur.
Eğer sudan çıkacak olursak, bin bir tehlikeyle karşılaşmamız kaçınılmazdır.
Kırların yeşil çimenleri, renk renk çiçekleri senin olsun…
Bizim kale olan suyumuz bize yeter.”

Şeytan da doğan kuşu gibidir, akıllı olan ona kanarak kafesini asla terk etmez.

 

  • Mesnevi,
    “Bişnev in çün hikayet miküned
    Ey cüdayiha şikayet miküned”
    “Dinle, bu ney nasıl şikayet ediyor,
    ayrılıklardan nasıl şikayet ediyor…” diye başlar.
    Burada ney’den maksat Mevlana’dır.

 

  • “Hazreti Pir, ‘bu ney’i dinle’ tabiriyle kendi vücud-ı şereflerine işaret buyuruyorlar.
    Zira ‘ney’in içi boş olup üfleyen kimsenin nefesi ondan ses çıkarır.
    İnsan-ı kâmilin vücudu da ‘ney’e
    Ney’in yedi deliği, insanın yedi azay-ı zahirisine işarettir ki, beşerin fiilleri bu uzuvlardan zahir olur…”

 

  • “Mevlana, Mesnevi’ye Hüsaminame (yani Çelebi Hüsameddin’in kitabı) adını verir.
    Kendisini, Hüsameddin’in ağzına üflenen ve kendi yarattığı giryan musikiyi döken bir ney’e benzetir.”

 

  • Hazreti Muhammed, Tanrı gizini yalnız can yoldaşı ve akrabası Hazreti Ali’ye anlatmış, bunu kimseye açıp söylememesini sıkı sıkıya öğütlemiştir. Hazreti Ali de bu kutlu gizi bir süre içinde saklamış fakat gizin, gizemin ateşine, ağırlığına dayanamamış, yüreği parça parça olarak, çöllere düşmüştü.
    Bir gün perişan bir durumda sahrada gezip dururken, kör bir kuyuya rastlamış, içini yakan kavuran kutlu gizi, bu kuyuya dökmüş, içindekileri kuyuya boşaltınca da ruhu tuhaf bir şekilde erince (rahata) kavuşarak yüreği ferahlamıştı. Kısa bir süre geçmişti aradan. O zaman kuyudan ab-ı hayat gibi sular fışkırmaya başlamış, çevresi yemyeşil bir vaha halini almış, ağaçlar, sazlıklar olmuştu.
    Ney, işte bu sazlıklarda biten bir kamıştandı.
    Olgun (kâmil) kişinin elinde ve dudaklarında bu kamış dile geliyor, Tanrı gizlerini herkese “ifşa” ediyordu.
    Fakat öyle bir sesle ifşa ediyordu ki bu ses, Tanrı’nın bile hoşuna gittiğinden, ona izin veriyordu.
    Yüce Mevlana, insanların büyük yanlışlara düşeceğini, yüzlerce beyitiyle ifade ederdi.

 

  • “Her iki suretin birbirine benzemesi için caizdir; acı su da tatlı su da berraktır.”
    “Biz de geceyi zenci gibi gördük, oysaki o huridir.”
    “Suret, sureti olmayandan oluşur. Nitekim duman da ateşten çıkar.”
    “Suret cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, ya da olmayandan hiç haberi var mıdır acaba?”
    Dikkat et; altın suyu ile boyanan seni yoldan alıkoymasın!
    Dikkat et; batıl hayal seni kuyuya düşürmesin!
    Mevlana, insanların göründükleri gibi olmadığını, görünüşleriyle asıl yapılarının farklı oluşunu ve görüşüne göre değerlendirmede, oluşun yanıltıcı olduğunu, yaşadığı insanlardan şikâyet ederek, onları şöyle eleştirir:
    “Âlemin ahvali bildiğin gibi değil,
    Görünüşte erenlere benzerler ama
    Özlerinde Müslümanlığın kokusu bile yok.”

 

  • Mevlana, Mesnevi’si için: “Bu kitap, masal diyene masaldır. Fakat bu kitapta durumunu gören de erdir. Mesnevi, Nil Nehri’nin suyudur. Kıpti’ye kan olarak görünür. Fakat Musa’nın kavminde kan değil, ab-ı hayattır.”

 

  • “Acılar, muhabbetten (Sevme, sevgi, sevmek, dostluk) tatlılaşır, bakırlar muhabbetten altınlaşır.”

 

  • “Ağaç bir yerden bir yere gidebilseydi eğer, ne testere eziyetini çekerdi, ne cefa yaralarıyla yaralanır, berelenirdi.
    Sağır kaya gibi oldukları yerde kalabilselerdi, ne güneş ışık verirdi, ne ayışığı âlemi ışıtırdı.
    Deniz gibi durdukları yerde dursalardı, Fırat da acılaşırdı, Dicle de, Ceyhun da.

 

  • “Bak Meryem oğlu İsa’ya, boyuna yolculuk etti de ölüleri dirilten abıhayata döndü.”

 

  • “Usanmasaydın, sıkılmasaydın, dünyadaki konukları, yola düşmüş, yolculuğa çıkmış erleri, birer birer, ikişer ikişer, üçer üçer sayar dökerdim.
    Birazını gösterdim, geri kalanını sen bil, sen öğren; kendi huyundan, Tanrı huyuna ulaşmaya bak, yola düş.”

 

  • “Kalkın âşıklar, göğe ağalım; şu dünyayı gördük, birde öbür dünyaya varalım.
    Belalarla dolu, dopdolu bir yol; fakat kılavuzumuz, yol göstericimiz aşk; bu yolda ne yapacağımızı, nasıl gideceğimizi öğretiyor, belletiyor bize.”

 

  • “Benim bulunduğum yerde hatadan, özürden başka bir şey yok.
    Senin bulunduğun yerde ise bağıştan başka bir şey yok.”

 

  • “İnsan, öz olarak Tanrı’dan bir soluktur.”

 

  • Mevlana, Tanrı ve insan birlikteliğinin en ileri ölçüde savunucularından biri olmasına karşın, asla bir panteist değildir. Yani Celaleddin Rumi’nin kendisinde, Tanrı’nın transandantal (deney-üstü) karakteri hep vardır.
    Böyle düşünen bir insanda panteizm ve hulül (Tanrı’nın insana geçmesi durumu) olamaz. Ve sufi düşüncede de panteizm ve hulül Çünkü Tanrı’nın aşkınlığı kabul etmeyen tek sufi yoktur. Mevlana’yı hep panteist gösterenler, Enel-Hak tecellisini panteizmle aynı tutmak gibi bir yanlış varsayımdan yola çıkmaktadırlar.
    Bir de şöyle bakalım: Tanrı’nın immanance olması (Bir şeyde kendiliğinden var olma, içkin) panteizm için yeterli olmaz. Aynı zamanda transandantal karakterinin de bulunması gerekir. Böyle durumda da Celaleddin Rumi’ye panteist gözü ile bakamayız. Bu konuda kendisi şöyle yazıyor:
    “Kul, kendisinden büsbütün geçmedikçe, onun gönlünde Tanrı birliği asla gerçekleşmez.
    Tanrı ile birleşmek demek, senin varlığının O’nunla birleşmesi demek değildir, senin yok olmandır.
    Yoksa batıl bir şey Hak olmaz.”

 

  • Mesnevi’nin bir de hayal ürünü sonu O da şu: Mesnevi’nin altı ciltten sonra bir yedincisi bulunduğu iddia edilmiş, hatta bu cildin ünlü Mesnevi şarihi (şerh edeni, açıklayanı) Ankara’lı Rusuhi İsmaili Dede tarafından da diğer ciltlerle birlikte, şerhedilmiş ise de bu yedinci cildin uydurma olduğu ilim erbaplarınca kanıtlanmıştır.

 

  • Mevlana’nın coğrafi kimliği de burada büyük rol oynamaktadır. Onu, başta Türkler olmak üzere, kendilerinden olduğunu söyleyen Araplar ve İranlılar da sevip bol bol okumaktadır.

 

  • Coğrafi kimlik bakımından Türk olduğu kabul edilen ve bilinen Mevlana’nın Divan-ı Kebir’i, ülkemizde büyük düşünür ve araştırmacı Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmakta, bu yapıt altı ciltli olarak Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri arasında çıkarılmaktadır.

 

  • Mevlana, kendisi hakkında insanların ne düşüneceğini hiç hesaba katmadan, yapıtların kimliği ve kendi dininin şekilsel yapısını incelemek, kullanmak ve ayakta tutmak için uğraşmış, bu uğurda çok ter dökmüştür.
    Bunda da oldukça başarı sağlamış, kendi çapında utkular kazanmıştır.

 

  • “Birlik şarabını ver, tümümüzü aynı derecede sarhoş et de tümümüz bir araya gelip toplanalım. Görünüşteki ayrılıkları, farklılıkları bir an içinde ortadan kaldıralım. “Ben” davasından geçtik mi, su kıvamını alır, her kabın rengine, şekline uyarız. Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz de kapı yoldaşlarıyız.”

 

  • İmanla küfür arasında fark gören kafirdir ama kafirle mümin arasında da fark görmeyen de kafirdir. Sözün kısası imanla küfür farkı, bizce bir anlam kazanıyor; ‘mutlak’ için değil ama.”

 

  • “İnsan gizleri bileydi eğer, hayırla şer hiçbir zaman ortaya çıkmaz ve belirmezdi.
    Kendisince bilinmeyen her şey de belirir, ortaya çıkardı o zaman.”

 

  • “İyi ve kötü, varlık dünyasındadır, bizse ne iyiyiz, ne kötü…
    Erlik sanatını Tanrı’dan öğrendik biz, aşk pehlivanıyız; Ahmed’in dostuyuz biz.”

 

  • Mevlana’nın ailesi, uzun zaman bir Türk memleketinde yaşamış, yerleşmiş ve Türkçeleşmiş bulunuyordu.
    Bir milletin içinde nesiller boyunca yaşadıktan ve oradaki insanlara temessül ettikten sonra, artık ırk meselesiyle uğraşmayı zaid görüyorum. Esasen Mevlana da kendisini Türk addeddiğini (saydığını) şu rubaisiyle anlatıyor:
    “Beni yabancı sanmayınız. Ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim; her ne kadar hiç de söylüyorsam da aslım Türk’tür.”

 

  • “Ben ne Hıristiyan, ne Yahudi, ne ateşperest ne de Müslümanım,” dedikten sonra: “Ne Şarklıyım, ne Garplı, ne Hind’denim, ne Çin’den. Ne Bulgar’ım, ne Saksin’li. Ne Irak memleketindenim, ne Horasan toprağından!”
    Mevlana: “Benim sözlerimi siz, karanlık ve karışık gibi görüyorsunuz ama öyle değil; benim aslım aydınlıktır. Ben açık söz söylerim.”

 

  • “Aki ba ilmest-ü ba hilmest yar
    Akl ra türki vü tazı r açı kar.”
    “Akıl ilimle, bilimle dosttur; akıl bahsinde Türklük ve Araplığın işi ne?”

 

  • Ey turk-i mah çehre çi başed ki bu subh tu
    Ayi be hocre-i men guyi ki:”Gel beru”
    Tu mah-i turki men eger turk nistem
    Danem hemin kader ki bi turkist ad su
    “Ey ay çehreli Türk! Bir sabah benim hücreme gelip de beni ‘Gel beru’ diye çağırsan ne olur?
    Ben her ne kadar Türk değilsem de Türkçe’de suya ‘su’ denecek kadarını bilirim!”

 

  • Mevlana, hiçbir zaman, hiçbir şekilde insanlara bu dünyada da öbür dünyada da umutsuzluk aşılayan bir şey yapmamış ve söylememiştir.

 

  • “İnsanlar yaratılıştan iyidirler, kötülükler değişmez unsur değil; araz yani kendinden varlığı olmayan ve değişen görünüşlerden oluşmuştur. Bunlar, her zaman için hem iyinin hem insanın yücelişinin kanıtı ve yol göstericisidir.”

 

  • “İnsan konuşan hayvandır, derler. Şu halde o, iki şeyden oluşmuştur. Bu dünyada onun hayvanlık yanının gıdası, şehvet verici şeyler ve arzular, isteklerdir. İnsanlık yanının yani özünün gıdasıysa, bilgi, hikmet ve Tanrı’nın cemalidir…”

 

  • Bir insanın, başkalarının hatalarını görmesi, onları kınaması, gerçekte kendi hatasını görmesi demektir.
    İnsan önce, kendisindeki kin, kıskançlık, haset, fesat ve acımasızlık gibi kötü alışkanlıkları, huyları gördükten sonra, onları ıslah ederek, eğiterek, başkalarını kınamaya kalkışmalıdır.”

 

  • Hazret, uzun sakalı hiç sevmezdi:
    “Sakalın çokluğu erkeği böbürlendirir. Bu da insanı manen öldürür… Çok sakal sufilerin hoşuna gider.
    Fakat sufi sakalını tarayıncaya kadar arif Tanrı’ya ulaşır.”

 

  • “Bizim dostlarımızdan kim, dünyaya ilişkin bir şey istemek için el ve avuç açarsa, ondan yüz çevireceğiz.
    Çünkü biz, istek kapısını kendi dostlarımıza kapatmışız. Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler çünkü.”

 

  • Her şeyini sevgiye bağlamış, Tanrı sevgisini ve ona olan bağlılığını her şeyden üstün tutan bir insandı, Mevlana. Özveri demektir, bu sevgiyle yaklaşma. Buradan kaynaklanan kutsal bir birleşme, sınırsızlık, sonsuz bir güvendir bu sevgi. Sevgiyle kaynaklanan bir yaşama birikimi sürekli bizleri bağrına basarak, insanlıkta sevgiyi yücelten bir simge, bir coşkudur Mevlana.

 

  • Orta Asya’nın Türkistan ve Horasan bölgelerinde, yerleşik insanların büyük bir bölümü Türk ve ana dili de Türkçe Bu nedenle O’nun yapıtlarını Türkçe yazmaması sürekli eleştirilmiş ve bunun gerçek nedeni bir türlü anlaşılamamıştır.

 

  • Mevlana Celaleddin Rumi’nin de hiç kuşkusuz anadili Türkçedir.
    Mevlana, soyuyla sopuyla köklü bir Türk ailesine

 

  • Ne var ki bu çağda, halka kapılarını tamamen kapamış, ülke yönetimini yalnızca saray yaptırmak, kale ve sur inşa etmek olduğunu sanan Sultanların yönetiminde olan bir devlet ortaya çıkmış, bu yüzden saray ve saraydakiler, her şeyi yabancı dillerde arar duruma gelmiştir. Bu yüzden de sarayın resmi dili büyük bir arzu ve istekle Arapça olmuş, Türkçe savsaklanmıştır. Bilgin ve bilge kişiler için Arapça bilmek şart koşulmuş, yapıtlar bu dille yazılmış, şiiri ise aruz kalıpları içerisinde Farsçayla yazmak ve söylemek hüner sayılmıştı.
    Durum böyle olunca, Mevlana da tüm eserlerini bu iki dille yazmaya başlamış veya yazdırtmıştı.

 

  • Mevlana, işin aslına bakılırsa, gerçek bir Hem de eşi benzeri bulunmayan bir sufi.
    Coşkun bir vecd, sonsuz bir aşkla Tanrı yolundadır.

 

  • Mevlana’nın dilinde şiir, bir şeyi kolaylıkla öğretebilmek için önemli bir araçtır.
    Şiirle ifade edilen bir düşünce, insan belleğine daha tez yerleşerek, iz bırakmakta gecikmez.

 

  • Türk toplumu içinde, Türk örf ve adetlerini belleğinde taşıyıp benimsemiş bir sufidir.

 

  • Yüce Mevlana, Türklüğünü ve Türk coğrafi kimliğini bu şekilde çok daha güzel bir biçimde anlatmayı adeta bir görev olarak benimsemiştir.

 

  • “Ateş olmayan yerde duman tütmez.”

 

  • “Arayan bulur.”

 

  • “Ağlamayan çocuğa meme vermezler.”

 

  • “Dikensiz gül olmaz.”

 

  • “Eğri otur, doğru söyle.”

 

  • “Eşeğin başına köpeğin dili layıktır.”

 

  • “Eşeğin kuyruğu gibi ne uzar, ne kısalır.”

 

  • “Köpek işemekle deniz murdar olmaz.”

 

  • “Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.”

 

  • “Vakitsiz öten horozun başını keserler.”

 

  • “Sahteci; gerçek Müslümanla birlikte gösteriş, inat ve taklit için namaza durur; yakarmak için değil.”

 

  • “Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran ve inancın.”

 

  • “Köpek değilsen eğer, neden kemiğe âşıksın? Sülük gibi neden kan emmeyi seviyorsun?
    Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun.”

 

  • Celaleddin Rumi’nin yapıtlarında bugün bile halk arasında sürekli kullanılan; “Saman altından su yürütmek, tereciye tere satmak, kürkü ters giydirmek, pabucu ters giydirmek” gibi yüzlerce Türk tabirleri (deyimler), örf mecazları vardır ve bunlar açık açık görülmektedir.

 

  • İnsanlık tarihinin en şerefli kişilerinden ve kişiliklerinden biri olan Mevlana, İslam tarihinin düşünce, coşku ve sevgi burçlarından birisidir. O’nun Türk oluşu da bizim için ayrıca bir sevinç kaynağıdır.
    Böyle bir Türkün soydaşı olmayı kim istemez ki?

 

  • Celaleddin Rumi, çevresinden büyük beğeni gören, her an, her zaman itibarı sürekli artan, yaşadığı günlerde ve ölümünden sonra da pek çok müridi, hatta bağımlısı bulunan bir Türk bilginidir. Fakat onun en ilginç yanı, fakire fukaraya, varsıldan, emirden, vezirden, vüzerada çok daha fazla itibar etmesidir.
    Mevlana, yüreklerde yanan bir ateş, belleklerde heyecan, damarlarda coşku uyandıran bir güneştir.
    Hem de kendi ufkunda hiç batmayan bir güneş.

 

  • Mevlana, el öpmeyi ve öptürmeyi hiç sevmezdi. Bunun için de hiç kimseye öptürmezdi elini.

 

  • Temizi kirletmek çok kolay, asıl olan kirliyi temizlemek. Oysa kirliyi temizlemek çok güç…
    Mürşit, ona derler ki senin şarabını şerbet yapsın, müşkülünü çözümlesin; bakırlaşmış gönülleri tam ayar altına dönüştürsün…

 

  • Hüner, kalbin Tanrı ile olmasıdır. Diriyi öldür, bu marifet değildir hiçbir zaman, ceset işidir.
    Ölüyü diriltebiliyor, cahili dana yapabiliyor, ham olanı pişirebiliyor musun? İşte kutsal ve kutlu marifet buradadır…

 

  • Hacı Bektaş Veli de çok uzun süre Mevlana’yı anlamış, dinlemiş, sevmiş ve onun dostları arasında katılarak, bu büyük ilim adamının değerlerini temsil etmiştir. Meşrep bakımından ayrılmış olsalar da.

 

  • “Kâfirlikten de Müslümanlıktan da öte bir alan vardır. Ve o boşlukta bizim bir sevdamız var.
    Allah eri oraya erişince, başını verir, orada ne küfrün yeri vardır, ne de Müslümanlığın.”

 

  • İyi veya kötü, varlık dünyasındadır; bizse ne iyiyiz, ne kötü…
    Erlik sanatını Tanrı’dan öğrendik; aşk pehlivanıyız; Ahmed’in dostuyuz biz.

 

  • Bil ki küfürle iman, yumurtanın akıyla sarısına benzer; aralarını ayıran bir berzah vardır, birbirlerine karışmazlar. Lütuf ve keremiyle yumurtayı kanatlarının altına aldı mı, küfür de yok olur, iman da; birlik kuşu yumurtadan çıkar.

 

  • Yunus Emre ile Hazreti Mevlana çağdaştır. Üstelik ikisi de birbirleriyle tanıştıktan sonra, araları çok iyi olmuş ve her ikisi de birbirlerine karşı saygı ve sevgide kusur etmemişlerdir. Büyük halk şairi Yunus Emre de bir mutasavvıftı.

 

  • Evinde, kendi çevresinde Türkçe konuşan, Farsça ve Rumca bilen Mevlana, bazen de Türkçe şiirler yazmayı da denemiş fakat Yunus Emre ölçüsünde Türkçeyi işleyememiştir.

 

  • Yunus, Mevlana tarafından kendisine verilen Mesneviyi alıp okumuş. Okuduktan sonra Yüce Mevlana’ya götürerek:
    “Ya Şeyhim, hayli uzun yazmışsın… Ben olsam eğer “Ete kemiğe büründüm; Yunus diye göründüm,” derdim… Derdim de olur biterdi,” dediği söylenir.

 

  • Mevlana’nın gazellerinden biri:
    “Aşk kılıcı ile öl ki ebedi ömre kavuşasın. Hayatta olanlar bu aşk kılıcının diriltici kokusunu alamazlar. Hayatta iken taat ve ibadetten kendine bir elbise yap. Ölüm, üstünden dirilik elbiseni aldığı zaman çıplak kalır, rüsva olursun. Dostum, eğer ebedi dirilik istersen, ölmeden evvel öl…”

 

  • Sultan Veled, daha önce de değindiğimiz gibi Mevlana’nın en sevdiği oğullarından biridir.
    “Ben bu çocukta yedi velinin nurunu görmekteyim.”
    Baha Veled, Seyyid Burhaneddin, Şemsi Tebrizi, Şeyh Selahaddin, Hüsameddin Çelebi, benim ve babası Veled’in nurları… Onun adı Feridun olsun. Fakat siz ona, Emir Arif diye hitap ediniz. Çünkü sen beni Hüdavendigar diye çağırıyorsun, adımı hiç kullanmıyorsun. Torunuma bu benim manevi bir armağanım olsun, yani adını Celaleddin Emir Arif diye yazsınlar…”

 

  • Yarınların Ulu Arif Çelebi’si bu yavruydu. Mevleviliği kuran, örgütleyenler arasında yerini alacak, babası Sultan Veled’den sonra “posta” o oturacaktı.

 

  • “Öyle insanlar gördüm ki üzerlerinde giysileri yok. Öyle giysiler gördüm ki içinde insan yok.”

 

  • “Tüm ömrümde hiç kimseden utanıp çekinmedim. Fakat şu zayıf bedenden utanıyorum.
    Çünkü o bana çok hizmetlerde bulundu. Bense o vücuda gerektiği gibi, istediği gibi bakamadım…”

 

  • Son gazellerinde özellikle, mutlak varlığa, Tanrı’ya bir an önce kavuşmak istemenin coşkusu vardı.
    “Dostlarım, ne yazık ki insanlar göründükleri gibi değildir. Görünüşleriyle gerçek yapılarının farklı olduğunu size daha önceleri de anlatmıştım. Görünüşe göre değerlendirmede bulunmak aldatıcıdır. Yaşadığımız zamanın insanlardan, birazcık “müşteki” olarak şöyle demiştim bir rubaimde:
    “Alemin ahvali bildiğin gibi değil
    Görünüşte erenlere benzerler ama
    Özlerinde Müslümanlığın kokusu bile yok.”

 

  • Tümünüze, din konusuna takılıp kalmaktan kurtulmak için ‘dinin iç yüzünü dileyin, kabuklarından vazgeçin’ çağrısında bulunuyorum. Görünüşle gerçeğin birbirini tutmayacağını şu somut örnekle vermek istiyorum:
    “Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir fakat o şeker içinde zehir saklıdır.” Suret bakımından acı da birdir, tatlı da…
    Fakat gerçekte bunlar birbirine zıttır, ikidir.

 

  • Geceyle gündüz, görünüşte birbirine zıttır, düşmandır;
    Fakat her ikisi de bir gerçeğin çevresinde dönmekte, ağ kurmaktadır.

 

  • Kara kuşu ile su kuşu, suret yönünden birdir fakat suyla yağ gibi gerçekte birbirlerine zıttır.
    “Bizden şekli bırak, gönle yürümeye bak.”

 

  • Babası arkasından son gazelini söylüyor, Çelebi Hüsameddin de kanlı gözyaşları dökerek, bu gazeli yazıya döküyordu:
    “Git başını koy yastığa… Yalnız bırak beni… Bırak şu geceleri dönüp dolaşan, yanmış yıkılmış biçareyi…
    Biz, geceleri ta sabahlara değin sevda dalgaları arasında bocalar dururuz… İstersen gel, bağışla bizi, istersen git, cefa et bize… diye başlayan gazelinde Mevlana: ”Bir dert ki, ölümden başka devası yok; artık ben nasıl olur da bu derde çare bul, diyebilirim?…”

 

  • Günlerden 17 Aralık 1273 Pazar günüydü.
    Mevlana fani âlemden, ebedi âleme göçmüştü.

 

  • Ruhumun göklere doğru uçarak gittiği gün,
    Kara toprakta harap olduğu anda şu beden;
    Kabrime “kalk” diye parmak ile yazsan güzelim,
    Yeniden canlanarak fırlar idim ben de hemen.

 

  • Teçhiz (gerekli şeyleri tamamlama, donatma, donatım)
    Tekfin (kefene sarma, kefenleme)

 

  • Konya ünlü ve büyük bir kentti. Selçuklu Devleti’nin en tanınmış bir kenti olmasının yanı sıra, başkentti ayrıca.
    Fakat tarihi boyunca böyle bir kalabalığı görmemiş, böyle görkemli bir havayı asla yaşamamıştı.

 

  • “Gelsin, varlık namına ne varsa gelsin,
    Kafiri, putperesti, mecusi’si gelsin.”

 

  • “Ben o padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Fermanımın yazısı ebediliktir.”

 

  • “Tanrı beni aşktan, aşk şarabından yarattı. Ölüm beni ezse bile gene o aşkım ben” sözü ile sonsuzluğuna inanmada güçlü bir inanç ve iman taşıdığını duyumsatmadadır.

 

  • Aşk ve iman gücü, kişiyi ölüme giderken, yaşamdan kopma noktasına geldiği için hiçbir şekilde pişmanlığa sürüklenmemektedir.

 

  • Bir papaz:
    Siz Müslümanlar, Mevlana’yı nasıl çağının Muhammed’i olarak bilip kabul ediyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı, İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de onun muhibbi ve izdeşleriyiz.
    O, “yetmiş iki millet, sırrını bizden duydu demedi mi?”
    Diğer bir papaz da:
    “Mevlana tüm insanlığa inayet ışıkları saçan bir hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever.
    Tüm âlem, onun nuru ile aydınlanır. Mevlana da gönlümüzün nuruydu,” dedi.
    Emir bunları dikkatle dinliyordu.
    Bir Musevi ise:
    “Mevlana ekmek gibidir. İhtiyaçtır. Ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü hiç?” diye konuştu.
    Üç adam da ayrı dindendiler ama doğru konuşmuş, gerçeği ortaya koymuşlardı. İşte bu yüzden cenazenin asayişinden sorumlu Emir, Müslümanları susturarak, herkesin katılabileceğini belirtmişti bu törene.

 

  • Gene gel
    Gene gel, gene,
    Ne olursan ol.
    İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta
    İster yüz kere tövbe etmiş ol,
    İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.
    Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
    Nasılsan öyle gel.

 

  • Aslında onun için ölüm, yeniden doğuş demekti “Burada ölümdür amma, o yerde doğumdur,” demekteydi, zamanında yazdığı bir şiirinde.

 

  • Kuran-ı Kerim’de “Tanrı’ya dönüş” olarak nitelendirilen ölüm,
    Mevlana için sevgiliye kavuşma, visal ve Şeb-i Arus’tu.

 

  • Mevlana: “Öldüğüm gün, benim tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma sakın… Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme! Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah’ın sırası o zamandır, yazık yazık o zaman denir… Cenazemi gördüğün zaman, ayrılık deme, benim buluşmam, görüşmem o zamandır…”

 

  • “Canı, sen aldıktan sonra, ölmek şeker gibi bir şey… Seninle olduktan sonra, ölüm, tatlı candan daha tatlı…”

 

  • “Eğer mezarımı ziyarete gelirsen, üstümdeki toprak yığınını oynar görünür sanma.
    Ey kardeşim, meclisime defsiz gelme. Çünkü Hüda Meclisi’nde gamlı olmak, yaslı durmak yaraşmaz.
    Zaten görünen beden, sonunda gitmek için kurulmuştur.
    Fakat mana, sonsuza dek (ebediyen) neşeli bir durumda yaşayacaktır.
    Ben benden soyundum. O hayalden soyundum. Artık vuslat ilinin en ileri makamlarında, salınmadayım” diyordu.

 

  • Mevlana, sağlığında bir mezara türbe yapılmasını pek istemezdi.
    “Mezar yapma işi, tahtayla, kilimle, keçeyle olmaz. Kendine göre gönüllerde bir mezar kazman gerekir.
    Mezara türbe kurmak, üstüne kubbe yapmak, mana sahiplerince makbul değildir,” demişti.

 

  • Emir Pervane ve Gürci Hatun elli bin dirhem yardımda bulundular.
    On iki bin dirhem Sultan Veled’le Çelebi Hüsameddin koymuştu ortaya.
    Böylece doksan iki bin dirhemle işe koyuldu türbe yapımcıları.

 

  • Sandukanın büyük bir özenle yapıldığı bir gerçektir. Seçilip üzerine yazılan gazel ve beyitler de o derece titizce hazırlanmış ve seçilmiştir. Sandukanın arka yüzünde, ölüm tarihi ile sandukayı yapan sanatkârların adları yazılmıştır. Yan cepheler, Mevlana’nın gazellerini ve Mesnevi’den seçilmiş olan beyitleri içermekteydi.

 

  • Mevlana: “Yere hangi tohum ekildi de tekrar bitmedi?
    Neden insan tohumuna gelince, bitmeyecek sanısına kapılıyorsun?

 

  • Celaleddin Rumi, yaşamında hiçbir zaman şeyhlik, pirlik davasında olmamış, sade bir şekilde yaşayıp hayatının son noktasına gelmişti. Üstelik bir tarikat falan da kurmaya kalkışmamıştı. O, yol göstermiş, yolcu olmayı yeğlemişti.

 

  • Her çeşit dile çevrilen, sayısız kez “Şerhedilen” Mesnevi, yine Çelebi Hüsameddin döneminde, “pek çok Mesnevihan” tarafından okutulmuş, açıklamaları defalarca yapılmıştır.
  • Celaleddin Rumi’nin üç erkek, bir kız olmak üzere dört çocuğu olmuştur.

 

  • Sultan Veled 86 yaşında, 1312 yılı, Kasım ayının on biriydi. Günlerden cumartesi. Tanrı’nın kutlu rahmetine kavuştu. Mevlana Türbesin’de babasının yattığı yerin son yanına konuldu.

 

  • Sultan Veled’in yedi çocuğu vardı.
    Bunlardan üçü kız, dördü erkekti.
    En büyük oğlu Ulu Arif Çelebi’ydi.
    Ve babası bu dünyadan göçünce, onun yerini Ulu Arif Çelebi aldı.
    49 yaşındayken 5 Kasım 1320 Salı günü o da bu fani dünyadan göçmüş.

 

  • Ulu Arif Çelebi’den sonra, şeyh postuna, kardeşi Şemseddin Emir Alim, onun 1338’de ölümünden sonra da öbür kardeşi Hüsameddin Vacid Çelebi oturmuştu.

 

  • Cumhuriyetin ilanından sonra, 1925 yılında artık tekke ve dergâhların kaldırılmasına dair olan kanun yürürlüğe girmiş bulunduğundan, Çelebilik makamı, yedi asır çeşitli hadiselere sahne olduktan sonra, kendiliğinden tarihe karışmış, son Şeyh Veled Çelebi de evvela Yozgat, sonra da Kastamonu mebusluğu ile hizmetini devam ettirmiştir.

 

  • “Suyun, gemi içinde olması, geminin helakidir. Gemi altındaki su ise gemiye, geminin yürümesine yardımcıdır.”

 

  • Hazreti Mevlana’yı, Avrupa bilim dünyası ancak 19. Yüzyılın sonlarına doğru tanıyabilmiştir.
    Batıda Mevlana ve yapıtları üzerinde en yetkin çalışmayı Cambridge Üniversitesi Farsça Profesörü Reynold A. Nicholson gerçekleştirmiştir. ‘Selected Poems from the Divan-ı Shamsi Tebriz

 

  • İnsanın İslam’da olduğu gibi tasavvufta da ayrı, üstün bir yeri vardır.

 

  • İnsan, hem eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) hem de nüsha-i kübra’dır. (Allah’ın bir küçük örneğidir) Allah’ın sıfatları, her mahlukunda zerre zerre mevcut olduğu halde, insan kullarında, tam ve ekmel olarak mevcuttur. Tanrı’nın “Sen olmasan bu cihanı yaratmazdım” dediği Hazreti Muhammed de insandır, öbür peygamberler, veliler, arifler de insandır.

 

  • Hazreti Mevlana’nın hümanizmi denilen öge de bu kesin esasa dayanır.
    O hümanizm, İslamiyet’in özündeki ve yüreğindeki insan sevgisi ve bağışlamadır.

 

  • Büyük Mevlana şöyle buyuruyor: ’Mahluktan şikayet, Halik’ (yaratan) den şikayettir.
    O halde sana yapılan düşmanlık ve kin gizlidir. Kötülüğü en iyi tarzda defet ki iki yönden düşmanı yok etmiş olasın. Biri şudur: O düşman, onun eti ve derisi değil, ondaki kötü bir düşüncedir.
    Senden pek çok dua sayesinde defedildiği gibi şüphesiz ondan da defolunabilir…
    İkincisi şudur ki: Sen bu affetmek vasfı olunca (ortaya çıkınca), onun kötülemesinin yalan olduğu ve yanlış gördüğü malum olur. O seni madem ki yanlış göstermiştir, şu halde kötülenen odur, sen değilsin. Sen Tanrı’nın sevgilisisin.

 

  • Üç türlü yaratık vardır: Melek, insan ve hayvan.
    İnsan hayvandan üstündür, ama aklını kullanmaz, ruhunu hissetmezse, bakışa ulaşmazsa, hayvanlardan da bayağı düşer. İnsan, melekten aşağı sanılır fakat eğer nefsini aşmayı bilirse, meleklerden de çok üstün olur.
    Mevlana bu konuyu, Fih-i Müfih’inde, Mevisnevisinde, Divan ve rubailerinde çok yerde ve çeşit ifadelerle anlatmaktadır.

 

  • Yaratıklar üç kısma ayrılır. Birincisi melekler Bunlar sırf akıldır, ibadet kulluk ve zikir yaratılışlarında vardır. Onların besini budur. Bununla yaşarlar. Melekler üzerine teklif (emir, yükümlülük) yoktur. Çünkü onlar şehvetten sıyrılmış, arınmıştır. Şehvetten temizlenmiş olunca, tabiatıyla onlar için mücadele bahis konusu olmaz.
    İbadetleri de ayrı bir gayret sayılmaz, çünkü onsuz yaşayamazlar.
    İkincisi hayvanlar (beham) sınıfıdır. Bunlar sırf şehvettir. Kendilerini kötülükten alıkoyacak akılları yoktur. Üzerlerine teklif de vaki olmamıştır.
    Üçüncüsü, akıl ve şehvetten mürekkep zavallı insanlardır. Bunun üzerinde teklif vaki olmuştur (emir ve Nehy’ler Kuran gönderilmiştir). Bu insanın yarısı melek, yarısı şehvet, yarısı yılan, yarısı da balıktır.
    Bunlar keşmekeş içinde birbirleriyle çekişmektedir.

 

  • Aklı, daima şehvetinde galip gelen kimse, meleklerden daha yüksek, şehveti aklına üstün olan kimse hayvanlardan daha aşağıdır.

 

  • Tasavvufa göre, derin bir anlam bütünlüğü ile insanın ruhu, gerçek anlamıyla Tanrı’dan tinsel olarak ayrılmıştır.
    Tasavvufta önemli olan, ulaşma özlemi ve o yolda ortaya konulup harcanan çabadır.

 

  • Mevlana’ya göre insan, yaratılmışların en onurlusu, Tanrı’nın bir küçük örneğidir.
    Tanrı’nın tüm ve tam sıfatları, her yaratığında zerre zerre var olduğu halde, insan kullarında, tam ve ekmel olarak bulunmaktadır.

 

  • Mevlana’nın Yapıtları
    1. Mesnevi:
    • Mesnevi, divan edebiyatımızın bir şiir şeklidir. Mesnevi tarzında yazıldığından bu adla anılır. Mevlana’nın Mesnevi’si, baştan sona değin manzumdur.
      Farsça yazılmış olup en eski nüshaya göre (618 beyitlik bir oyluma sahiptir.)
    • Mesnevi nüshaları zaman zaman istinsah (Bir nüshasını yazma, Suretini çıkarma, Kopya etme) edildikçe, beyit sayıları çoğalıp eksildiği gibi, lafzan da değişimlere uğradığı, gerçekçi bir anlatımla gayet açık bir şekilde bilinir.
    • Mesnevi, Burhaneddin Çelebi be Mevlana tarafından altı cilt olarak düzenlenmiştir.
      Mesnevi, ünlü İslam ve Türk mütefekkiri Mevlana tarafından, Hazreti Mevlana’nın en güçlü yapıtı olarak, O’nun tasavvufi düşüncelerini, biri diğerine eklenmiş ve ulanmış olarak açıklar.
    • Bu yapıt, güzelliğinden ve etkili oluşundan dolayı daha Mevlana zamanında, Mesnevi’yi okutup izah etmek üzere Mesnevihanlar yetiştirmiş, bilahare (daha sonra) bu amaçla Dar-ül Mesneviler kurulmuştur.

 

    1. Divan-ı Kebir:
    • Divan-ı Kebir, Mevlana’nın coşkulu bir dille yazdığı tasavvufi aşk şiirlerinden oluşmuştur.
      Büyük bir vecd içinde yazılan bu şiirler yirmi bir divanı içerir.
      Ayrıca içinde rubailer divanı da bulunmaktadır. Bu da mesnevi gibi büyük bir yapıttır.
      Beyit sayısı kırk bini aşmakta ve Mevlana’nın en içten şiirlerini oluşturmaktadır.
    • Mevlana Hünkar’ın Şems mahlası (takma ismi) ile yazılmış olduğu gazellerden dolayı Divan-ı Kebir (divan-ı Şems-i Tebriz) mahlası ile bilinir ve tanınır. Divan-ı Kebir, tüm divanlarda olduğu gibi ölçü (vezin) ve uyaklar (kafiyeler) göz önünde tutularak, alfabetik bir düzen ve dizgeye bağlı tutulmuş, bu şeklide kendine özgü bir düzenleme çerçevesiyle geliştirip yayın hayatına sunulmuştur.
    • Mevlana’nın şiirlerindeki öge, halk ögesidir. Çünkü O’nun dili halk dilidir. Farsçası, halk Farsçasıdır.
      Mevlana Hazretleri, mektuplarında bile halk dilini kullanmış ve yapıtlarının, yazarlarının daha anlaşılır duruma gelmesini sağlamıştır.
    • Mevlana Mesnevi’de ne ise, Divan’da da tamamen odur.

 

    1. Fihhi Mafih:
    • Fih-i Mafih, Yüce Hazretin çeşitli konulara ilişkin olarak söylediği vaaz ve öğütlerinin not edilmesi ile oluşmuş, Farsça yazılmış bir yapıttır. Bu öğütlerinin bazı kısımları, Selçuklu Veziri Emir Süleyman Pervane’ye hitaben yazılmış, pek çoğu da onun tarafından derlenip bir araya getirilmiştir.
      Bu nedenle çağının bir takım politik olaylarına değinmesi yönünden tarihsel bir kaynak olup değerini de işte buradan almaktadır. Fih-i Mafih’in en güzel yanı, en değerli tarafı tarihsel oluşu ve pek çok araştırmacı tarihçiye ışık tutmasıdır.
    • Tıpkı Hüsameddin Çelebi olmasa, Mesnevi olmazdı, diyen bir kanı insanlarda uyanmışken, burada da eğer Süleyman Pervane olmasaydı, Fih-i Mafih de olmazdı, diyebiliriz.

 

    1. Mecalis-i Seb’a:
    • Mevlana’nın Arapça söyleyip yazdırdığı ya da vaazının not edilmesinden oluşmuş, dinsel ve tasavvufi manzum-mensur (şiirsel-düzyazı) bir yapıtıdır. Mecalis-i Seb’ada her meclis (fasıl) hamd-ü sena ve münecatla başlamakta, konu, öyküler ve şiirlerle çekici bir biçimde işlenmekte, ayet ve hadisler tefsir edilmektedir.
    • Diğer yapıtlarının olduğu gibi Mecalis-i Seb’a, Mevlana Celaleddin’in hem ünlü hem de başarılı bir yapıtıdır.

 

    1. Mektubat:
    • Mevlana’nın başta Selçuklu Sultanları olmak üzere, devlet ileri gelenlerine, herhangi bir nedenle yazmış olduğu 147 mektubun derlenip toparlanmasından oluşmuştur. Tarihi birer belge olarak değer taşıdığı gibi biçemi ve düşünceleri yönünden de ayrıca önem taşır.
Mevlana’da İnsan Olmak
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Benzer Kitaplar

Ermiş
2014
  • Kurgu
  • Şiir

Ermiş

Meczup
2019
  • Deneme
  • Felsefe
  • Modern Klasikler

Meczup