İnsanın Anlam Arayışı

2019
Türkçe
Psikoloji

İnsanın en derin arzusu nedir? Acıyı aşmak ve varoluşun çetin koşullarında anlam aramak mümkün müdür? Yaşamın bizden ne beklediğini keşfettikten sonra bunu umutsuz insanlarla paylaşmak mücadeleyi güçlendirir mi? Peki insanı insan yapan nedir?

Yirminci yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Viktor E. Frankl, 30'un üzerinde yabancı dile çevrilen ve bütün dünyada 12 milyondan fazla satan İnsanın Anlam Arayışı'nda, kurucusu olduğu logoterapinin ilkelerini, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatıyor. Açlığın yanı sıra hastalık ve gardiyanların çeşitli eziyetleriyle adeta ölüme hapsedilen toplama kampı sakinlerinin tüm bu zorlukların üstesinden gelebilmek için yapmaları gerekenleri kendi tecrübeleriyle aktaran Frankl, hayattan ne beklediğimizden ziyade hayatın bizden ne beklediğini keşfetmenin önemini hatırlatıyor.

İnsanın Anlam Arayışı ile insanlık tarihinin gördüğü en büyük acılara tanık olacak, merhametsizliğin boyutlarını kavrayacak ve zulmün hüküm sürdüğü zamanlarda umudun peşinden sürüklenmenin ne anlama geldiğini toplama kamplarının buz gibi gerçekliğiyle göreceksiniz.

"Başarı ve mutluluk bir yan üründür, asıl olan yolculuktur."

(Tanıtım Bülteninden)

  • Yazar
    : Victor E. Frankl
  • Yayınevi
    : Okuyan Us Yayınları

ÖZET


  • Varoluşçuluğun ana teması, yaşamak, acı çekmektir; yaşamı sürdürmek, çekilen bu acıda bir anlam bulmaktadır. Eğer yaşamda bir amaç varsa, acıda ve ölümde de bir amaç olmalıdır.
  • Yaşamak için bir NEDEN’i olan kişi, hemen her NASIL’a dayanabilir.
  • Kitlelerin psikolojisine ilişkin bilgimizdeki derinleşmeyi, İkinci Dünya Savaşı’na borçluyuz, çünkü bu savaş bize sinir savaşını ve toplama kamplarını kazandırdı.
  • Birçok tutuklunun gözlemlerinin ve deneyimlerinin sonucu olarak ortaya çıkan büyük miktarda malzeme incelendiği zaman, kamp sakinlerinin kamp yaşamına yönelik ruhsal tepkilerinin
    ÜÇ EVRESİ açıklık kazanır:

    • Kampa alınışını izleyen dönem,
    • Kamp rutinine çok iyi uyum sağladığı dönem,
    • Serbest bırakılışını izleyen dönem.
  • Birinci evre (Kampa alınışını izleyen dönem)
    • Bu evrede, belirti (semptom) ŞOK TEPKİSİ’
    • Psikiyatride “af yanılsaması” denilen bir durum vardır. İdama mahkum edilen bir insan, infazından hemen önce, son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır.
    • İnsanı kabaca her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlayan Dostoyevski’nin sözlerinin doğru olup olmadığı sorulacak olursa, cevabımız, “Evet, insan her şeye alışabilir, ama nasıl olduğunu bize sormayın.
    • İntihar etmenin pek bir anlamı yoktu, çünkü nesnel bir açıdan hesaplandığı ve olasılıkların tamamı dikkate alındığı zaman, ortalama kamp sakini için yaşam beklentisi son derece cılızdı. Bütün elemeleri geçirip yaşamayı başaran küçük yüzde arasında olmayı rahatlıkla bekleyemezdi. Auschwitz kampındaki bir tutsak, şokun ilk evresinde ölümden korkmuyordu. İlk birkaç günden sonra gaz odaları bile dehşetini kaybetmiyordu. Ne olursa olsun, bu dehşet onu intihar etmekten alıkoyuyordu.
    • Aklınızı kaybetmenize neden olacak şeyler vardır ya da kaybedecek aklınız yoktur. Anormal bir duruma gösterilen anormal bir tepki normal bir davranıştır.
    • Hiçbir neden olmaksızın, ansızın kafama inen iki ağır sopa yedim. Bu tür durumlarda insanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır. Bazen, hedefini şaşıran bir darbe, hedefini bulandan daha çok yaralayıcı olabiliyor. Dayak olaylarının en acı verici kısmı, çağrıştırdıkları onur kırıcı şeylerdir.
  • İkinci evre (Kamp rutinine çok iyi uyum sağladığı dönem)
    • İkinci evrenin temel semptomu (belirtisi) olan Duygu Yitimi, gerekli bir kendini savunma mekanizmasıydı. Gerçeklik belirsizleşmiş ve bütün çabalar, bütün konular bir konu üzerinde toplanmıştı.
    • Kamp sakinlerinin rüyalarında en çok görülen şey neydi? Ekmek, pasta, sigara ve ılık banyo. Bu basit arzuların giderilmemesi, arzu giderici (wishfulfilling) rüyaların görülmesine neden oluyordu. Rüyayı gören, kamp yaşamının gerçekliğine ve bununla rüyasındaki yanılsamalar arasındaki korkunç zıtlığa uyanmak zorundaydı.
    • İşte bu vücut, benim vücudum, bir cesetten başka bir şey değil. Şu büyük insan kitlesinin… dikenli tellerin arkasında, birkaç toprak barakaya tıkılan, cansız olması nedeniyle her gün belli bir bölümü çürümeye başlayan bu kitlenin etinin bir parçası olmaktan öte bir şey değilim.
    • Toplama kampında fiziksel ve zihinsel yaşamın olabildiğince ilkelliğe zorlanmasına karşın, tinsel (manevi) yaşamın derinleşmesi olasıydı. Zengin bir entelektüel yaşama alışmış olan duyarlı insanlar daha çok acı çekmiş olabilirler. Ancak iş özlerinin (benliklerinin) maruz kaldığı hasar daha az olmuştur. Bu insanlar, çevrelerindeki dehşet verici dünyadan kopup, içsel zenginlikten ve tinsel özgürlükten oluşan bu dünyaya çekilebilmişlerdir. Daha zayıf bir bünyesi olan bazı tutukluların, kamp yaşamına, daha sağlam yapılı olanlardan daha iyi dayanabilmesi gibi, görünürdeki bir çelişki ancak bu yolla açıklanabilir.
    • Yaşamımda ilk kez, onca şair tarafından dile getirilen, onca düşünür tarafından nihai bilgelik olarak ortaya konan gerçeği gördüm. Gerçek: İnsanın özleyebileceği nihai ve en yüksek hedef, sevgidir. O anda, insan şiirinin ve insan düşünce ve inancının vermesi gereken gizin anlamını kavradım: İnsanın sevgiyle ve sevgi içinde kurtuluşu. Dünyada hiçbir şeyi kalmayan bir insanın, kısa bir an için de olsa, sevdiği insana ilişkin düşüncelerle ne kadar mutlu olabileceğini anladım. Yaşamımda ilk kez “Melekler, sonsuz bir ilahi mutluluğa ilişkin düşüncede kayboldu” sözlerinin anlamını kavradım.
    • Sevgi, sevilen insanın fiziksel varlığının çok çok ötesine geçer. Sevgi en derin anlamını, kişinin tinsel varlığında, iç benliğinde bulur. Sevilen kişinin gerçekte orada olup olmaması, yaşayıp yaşamaması, bir anlamda önemli olmaktan çıkıyor. Sevgi Ölüm kadar güçlüdür.
    • Et lux in tenebris lucet (ve karanlıkta bir ışık parladı)
    • Mizah duygusu geliştirme ve onları mizahi bir ışık altında görme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hiledir. Ama her an her yerde acı bulunmasına karşın, bir toplama kampında bile yaşama sanatını uygulamak olasıdır. Bir insanın acı çekmesi, boş bir odadaki gazın davranışına benzer. Boş bir odaya belli bir miktarda gaz verildiği zaman, oda ne kadar büyük olursa olsun, gaz odanın tamamına yayılır. Ne kadar küçük ya da büyük olursa olsun, acı da insanın ruhuna ve bilincine tamamen yayılır. Dolayısıyla insanın çektiği acının “büyüklüğü” kesinlikle görecelidir.
    • Kamp yaşamının ender bulunur hazları, bir tür negatif mutluluk-Schopenhauer’in dediği gibi “acıdan kurtuluş”- sağlıyor, ama bu bile nisbi kalıyordu. Gerçekten pozitif mutluluk ise çok azdır.
    • Kampta insan yaşamına ne kadar az değer verildiğini kavramak, dışarıdan birisi için çok zordur. Kamp sakinleri katılaşmıştı ama hasta tutuklular için hasta konvoyu düzenlendiği zaman, insan varoluşuna yönelik bu toptan saygısızlığın belki de daha çok bilincine varılıyordu. Bir deri bir kemik kalmış olan hastalar, iki tekerlekli arabaların üzerine bir eşya gibi fırlatılıp atılıyor. Hastalardan birisi araba ayrılmadan önce ölse bile arabaya yükleniyordu.
    • Kampta duygusallığa yer yoktu. Tutuklular kendilerini, tamamen gardiyanların ruh haline bağlı görüyorlardı. Bu onları, durumun gerektiğinden çok daha az insanca yapıyordu.
    • Tutukluların içinde bulunduğu duygu yitimi, bir savunma mekanizması olarak oynadığı rolün yanı sıra, diğer etkenlerin de bir sonucuydu. Açlık ve uykusuzluk buna ve tutukluların ruhsal durumlarının bir başka tipik özelliği olan genel sinirliliğe katkıda bulunuyordu. Bu fiziksel nedenlerin yanı sıra, belli kompleksler halinde ruhsal nedenler de bulunuyordu. Tutukluların çoğunda bir tür aşağılık kompleksi vardı. Hepimiz bir zamanlar “birisiydik”, şimdi ise bize kesin anlamda birer hiç gibi davranılıyordu.
    • Ortalama tutuklu, bilinç düzeyinde düşünmeksizin, kesin anlamda aşağılandığı duygusunu taşıyordu. Kampın tekil toplumsal yapısındaki tezat buna açıklık kazandırıyordu. Daha “seçkin” olan tutuklular, yani Kapolar, aşçılar, ambar görevlileri ve kamp polisleri, kural olarak, tutukluların çoğunluğu gibi kendilerini aşağılanmış hissetmiyorlardı. Tersine yücelmiş duygusu taşıyorlardı! Hatta bazılarında minyatür büyüklük yanılsaması gelişmişti.
    • İnsanın, birçok koşullanmanın ve çevresel – ister biyolojik, ister ruhsal ya da toplumsal yapıda olsun- etkenin bir ürünü olduğuna inanmamızı isteyen teori doğru mudur? İnsan, bunların sadece kazara bir ürün olmanın ötesinde bir şey değil midir? Dahası, tutukluların, toplama kampının tekil dünyasına yönelik tepkileri, insanın, çevresinin etkilerinden kaçamayacağını kanıtlar mı? İnsan, bu koşullar karşısında hiçbir eylem seçeneğine sahip değil midir? Bu sorulara, ilke temelinde olduğu kadar deneyim temelinde de yanıt verebiliriz. Kamp deneyimleri, insanın bir eylem seçeneğine sahip olduğunu göstermektedir. Birçok durumda kahramanca olan ve duygu yitiminin üstesinden gelinebileceğini, sinirliliğin bastırılabileceğini gösteren yeterince örnek vardır. İnsan, böylesine korkunç, ruhsal ve fiziksel stres koşulları altında bile, ruhsal özgürlüğünü ve zihinsel bağımsızlığını az da olsa koruyabilmektedir. İnsan özgürlüklerinin sonuncusu; yani, belli koşullar altında insanın kendi tutumunu belirlemesi, kendi yolunu seçmesi.
    • Toplama kampı sakinlerinin ruhsal tepkilerinin, belli fiziksel ve toplumsal koşulların yalın bir dışavurumunun ötesinde bir şey olduğu anlaşılmalıdır. Uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli ruhsal stresler gibi koşullar, kamp sakinlerinin mutlaka belli yollardan tepki vereceğini düşünürse de son çözümlemede bir tutuklunun nasıl bir insan olacağının, tek başına kampın etkileriyle değil, içsel bir kararın sonucu olarak ortaya çıktığı açıklık kazanır. Dolayısıyla bu tür koşullar altında bile, temelde insan ne olacağına – ruhsal ve tinsel olarak ne olacağına – karar verebilmektedir. İnsan, onurunu bir toplama kampında bile koruyabilir. Dostoyevski bir keresinde şöyle demişti: “Beni korkutan tek bir şey var: Acılarıma değmemek.” Yaşamı anlamlı ve amaçlı kılan şey de, insanın elinden alınamayan işte bu ruhsal (tinsel) özgürlüktür.
    • Aktif bir yaşam insana, değerlerini yaratıcı çalışmayla gerçekleştirme fırsatı verme amacına hizmet eder; buna karşılık eğlenceden oluşan pasif bir yaşam ise ona güzelliği, sanatı ya da doğayı içine alan yaşantılarda doyum bulma fırsatı verir. Ama ayrıca hem yaratıcı çalışmadan hem de eğlenceden hemen hemen yoksun olan ve yüksek ahlaki davranış olasılığından başka bir şeyi kabul etmeyen bir yaşamda da; yani insanın, dışsal güçlere kısıtlı varoluşuna yönelik tutumunda da bir amaç vardır. Yaratıcı yaşamda eğlence (haz) yaşamı da ona yasaktır. Ama anlamlı olan sadece yaratıcılık ya da zevk değildir. Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acı da bir anlam olmalıdır. Acı da yaşamın kader ve ölüm kadar silinmez bir parçasıdır. Acı ve ölüm olmaksızın, insan yaşamını tamamlamış olmaz.
    • Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği olanca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam, yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da bu şiddetli kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlaki değerlere ulaşma fırsatından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır. Bu da, o insanın acılarına değip değmediğini belirler.
    • İnsan, kendi acıları yoluyla bir şeye ulaşma şansıyla birlikte, her yerde kaderle karşı karşıyadır.
    • Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an, daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.
    • Sadece geleceğe bakarak – kendi evrensel doğası içinde – yaşayabilmek, insana özgü bir olgudur. İnsanın, bazen kendini konuya yoğunlaştırmak zorunda kalsa da, varoluşunun en zor anlarındaki kurtarıcısı da işte budur.
    • Bir insanın ruhsal durumuyla – cesareti ve umudu ya da bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayacaktır.
    • Bir insan, acı çekmenin kaderi olduğunu gördüğü zaman, acısını kendi görevi olarak kabul etmek zorunda kalacaktır; bu onun tek ve eşsiz görevidir (işidir). Acı çekerken bile evrende eşsiz ve yalnız olduğu gerçeğini kabullenmek zorunda kalacaktır. Hiç kimse onu acıdan kurtaramaz ya da onun yerine acı çekemez. Eşsiz fırsatı, taşıdığı yükle katlanma yolunda yaratmaktadır.
    • Bir insanın yerine bir başkasının konulmasının olanaksızlığı kavrandığı zaman, bu, kişinin, o insanın varoluşuna yönelik sorumluluğunu olası kılar. Kendisini sevecenlikle bekleyen bir insana ya da tamamlanmamış bir işe yönelik sorumluluğunun bilincine varan kişi, yaşamını kesinlikle bir yana itemeyecektir. Varoluşunun “nedeni”ni bilecek ve hemen her “nasıl”a dayanabilecektir.
    • Davranışların anında ortaya çıkan etkisi, her zaman için, sözlerden çok daha etkilidir. Ama dış koşulların zihinsel duyarlılığı yoğunlaştırdığı zamanlarda, bir kelime bile etkili olur mu?
    • Nietzsche “Beni öldürmeyen şey, beni daha da güçlü kılar.”
    • Dünyadaki hiçbir güç yaşadığın şeyi elinden alamaz.
  • Üçüncü evre (Serbest bırakılışını izleyen dönem)
    • Bu evre özgürlüğe kavuştuktan sonra bir tutuklunun içinde bulunduğu ruhsal durum evresidir.
    • Özgürlüğüne kavuşan tutukluların yaşadığı şeye, psikolojik açıdan “kişiliksizleşme” denilebilir. Her şey, tıpkı rüyadaki gibi gerçekdışı, gerçeğe aykırı gözükür. Vücudun ketlemeleri ruhunkinden daha az oluyor.
    • Ruhsal baskının birden bire kalkmasından kaynaklanan ahlaki bozulmanın yanı sıra, özgür bırakılan tutuklunun kişiliğine zarar verebilecek iki temel deneyim daha vardı: Eski yaşamına döndüğü zaman yaşadığı içerleme ve hayal kırıklığı.
    • Psikanaliz sırasında, hastanın divana uzanıp, bazen söylenmesi hiç hoş olmayan şeyleri anlatması gerekir. Logo terapide ise hasta dik oturabilir, ama bazen duyulması hiç hoş olmayan şeyleri duyması gerekir. Logoterapi daha çok gelecek üzerinde, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerinde odaklaşır. Logoterapi anlam merkezli bir psikoterapidir. Aynı zamanda Logoterapi, nevrozların gelişmesinde böylesine büyük bir rol oynayan bütün kısır döngülü oluşumları ve geri-denetim (feedback) mekanizmalarını odaktan çıkarır. Böylece nevrotik bireyin tipik benmerkezciliği, sürekli olarak beslenmek ve pekiştirilmek yerine, parçalanma sürecine girer. Logoterapideki hasta, yaşamının anlamıyla karşı karşıya getirilir ve bu anlama yönlendirilir. Ve hastanın bu anlamın farkına varmasını sağlamak, nevrozunu yenebilme yetisine oldukça katkıda bulunabilmektedir. Logoterapiye göre, kişinin kendi yaşamında bir anlam bulma arayışı, insanda ki temel güdülendirici güçtür. Freudcu psikanalizde merkezi bir öneme sahip haz ilkesine (ya da buna haz istemi de diyebiliriz) karşıtlık içinde olduğu kadar, Adlerci psikolojinin dayandığı “üstünlük arayışı”na (buna üstünlük istemi de diyebiliriz) da karşıt bir anlam isteminden söz etmenin nedeni işte budur.
    • İnsanın anlam arayışı, yaşamında ki temel bir güdüdür. Bu anlam, sadece kişinin kendisi tarafından bulunabilir.
    • İnsanın anlam istemi (will to meaning) engellenebilir, bu durumda logoterapi “varoluşsal engelleme”den söz eder.
    • Varoluşsal” terimi üç şekilde kullanılabilir.
      1. Kendisini, yani özellikle insan olma durumunu anlamak için;
      2. Varoluşun anlamı için
      3. Kişisel varoluşta somut bir anlam bulmaya yönelik arayış, yani anlam istemi anlamında.

Varoluşsal engelleme de nevroza yol açabilir. Bu tip nevrozlar için logoterapi, geleneksel anlamda ki, yani ruhsal kökenli (psikojenik) nevrozlara karşıtlık içinde “noöjenik nevrozlar” terimini kullanmaktadır. Noöjenik nevrozların kökeni, insan oluşunun ruhsal boyutunda değil, “noöjenik” (Yunanca zihin anlamına gelen noos sözcüğünden) boyutunda yatmaktadır. Noöjenik nevrozlar, itkilerle içgüdüler arasındaki çatışmalardan değil, daha çok varoluşsal sorunlardan kaynaklanmaktadır. Noöjenik durumlarda uygun ve doğru terapinin genelde psikoterapi değil, logoterapi olduğu açıktır.

    • Her çatışma zorunluluk gereği nevrotik değildir. Benzer bir acı çekmek her zaman için patalojik bir olgu değildir; acı, nevrotik bir semptom (belirti) olmaktan çok, özellikle varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, insanca bir başarı da olabilir. İnsanın kendi varoluşuna anlam bulma arayışının, hatta buna yönelik kuşkusunun, her durumda bir hastalıktan kaynaklandığını ya da böyle bir hastalığa yol açtığını kesinlikle reddediyorum. Varoluşsal engelleme kendi içinde patolojik (hastalıklı) olmadığı gibi patojenik (hastalık yaratıcı) da değildir. Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısı, hatta umutsuzluğu, varoluşsal bir bunaltıdır. Ama kesinlikle bir ruh hastalığı değildir.
    • Logoterapi, hastanın, kendi varoluşunun gizli logos’unun (anlamının) farkına varması ölçüsünde analitik bir süreçtir. Logoterapi psikanalize benzer. Ne var ki, bireyin bilinçaltında ki bilince çıkarma çabası da, logoterapi kendini bilinç altında ki içgüdüsel olgularla kısıtlamak yerine, anlam istemi kadar bireyin kendi varoluşunun potansiyel anlamı gibi varoluşsal gerçeklikleri de dikkate alır.
    • Logoterapi, insanı, temel ilgisi sadece itkilerinin ve içgüdülerinin doyumu ve giderilmesinden ya da id’in, egonun veya süperegonun çatışan istekleri arasında sadece uzlaşma sağlamaktan ya da sadece topluma ve çevreye uyum sağlamaktan ve uyarlamaktan değil, bir anlam bulma çabasından oluşan bir varlık olarak görmesi ölçüsünde psikanalizden ayrılmaktadır.
    • Ruh sağlığı konusunda insanın her şeyden önce dengeye ya da psikolojideki deyişle “homeostatis”e, yani, gerilimsiz bir duruma ihtiyaç duyduğunu varsaymanın, tehlikeli bir sonuçlandırma olduğunu düşünüyorum. İnsanın gerçekte ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir. İnsanın ihtiyaç duyduğu şey, homeostatis değil, benim “noö-dinamikler” dediğim şeylerdir. Yani kutbun birinin yüklenecek anlamda, diğerinin de anlamı verecek kişiyle temsil edildiği çift kutuplu bir gerilim alanında ki varoluşsal dinamiklerdir.
    • Terapistler, hastalarının ruh sağlığını güçlendirmek istedikleri takdirde, kişinin kendi yaşamının anlamı doğrultusunda, yeniden yöneliş yoluyla belli ölçülerde gerilim yaratmaktan korkmamalıdır.
    • Varoluşsal boşluk nedeni, iki yönlü bir kayıp olabilir. İnsan, bazı hayvanca içgüdülerini kaybetmiştir. Hiçbir içgüdü ona ne yapacağını söylemez. Hiçbir gelenek ona ne yapması gerektiğini söylemez. Bunun yerine ya diğer insanların yaptığı şeyleri arzular (uydumculuk) ya da diğer insanların kendisinden yapmasını istedikleri şeyleri yapar (totalitercilik). Varoluşsal boşluk temel olarak kendini can sıkıntısı durumunda dışa vurur. Bir çok intihar olayı, bu varoluşsal boşluğa bağlanabilir.
    • Logoterapi sadece noölojik olaylar için değil, ayrıca psikojenik (ruhsal kökenli), hatta somatojenik (bedensel kökenli) (yalancı) nevroz olayları için de tavsiye edilmektedir.
    • Yaşamın anlamı insandan insana, günden güne, saatten saate farklılık gösterir. Bu nedenle önemli olan, yaşamın anlamı değil, daha çok belli bir anda bir insanın yaşamının özel anlamıdır.
  • Kişinin, soyut bir “yaşamın anlamı” arayışa girmemesi gerekir. Herkesin yaşamında özel bir mesleği veya uğruna çaba harcanacak bir misyonu, yerine getirilmeyi bekleyen somut bir görevi vardır. Ne onun yeri değiştirilebilir ne de yaşam tekrarlanabilir. Bu nedenle herkesin işi, bunu yürütmeye yönelik özel fırsatları kadar eşsizdir. Logoterapi insan varoluşunun özünü, sorumlulukta görmektedir.
  • İkinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğumuz gibi hatalı hareket etmişçesine yaşayın.
  • Logoterapi öğretmediği gibi vaaz da vermez. Logoterapistin rolü, hastanın görüş alanını, potansiyel anlam spektrumunun tamamının bilinçli ve görülebilir olması için genişletmekten oluşmaktadır.
  • Yaşamın anlamı her zaman değişir, ancak hiçbir zaman yok olmaz. Logoterapiye göre yaşam anlamını üç farklı yoldan keşfedebiliriz.
    1. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak.
    2. Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek.
    3. Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek.
  • Yaşamda anlam bulmanın ikinci yolu, bir şey-iyilik, doğruluk, güzellik gibi-yaşamak, doğayı ve kültürü yaşamak, son ve bir o kadar önemlisi de olanca eşsizliğiyle bir insanı yaşamaktır. Yani onu sevmektir.
  • İnsan varoluşunun temelde geçici oluşunu aklında tutan logoterapi, kötümser değil eylemcidir.
  • Logoterapide sevgi, yüceltme anlamında cinsel itkilerin ve içgüdülerin sadece bir yan olgusu (epifenomen (Temel bir olgunun sonucu olarak baş gösteren bir olgu)) olarak yorumlanamaz. Sevgi de cinsellik kadar temel bir olgudur. Normalde seks, sevgi için bir dışavurum biçimidir. Seks bir sevgi aracı olur olmaz ya da sadece bir sevgi aracı olduğu sürece haklı görülür, hatta meşrulaştırılır. Bu nedenle sevgi, seksin sadece bir yan etkisi olarak anlaşılmaz; daha çok seks, adına sevgi denilen nihai birliktelik deneyimini dışavurmanın bir yolu olarak görülür.
  • Yaşamda bir anlam bulmanın üçüncü yolu, acı çekmektir. Cesurca acı çekmeyi kabul edince, yaşam da son ana kadar bir anlama sahip olur ve bu anlamı kelimenin tam anlamıyla sonuna kadar korur. Başka bir deyişle, yaşamın anlamı koşulsuzdur, çünkü kaçınılmaz acının potansiyel anlamını bile kapsar.
  • Varoluşumuzun geçici olması, bunu kesinlikle anlamsız kılmaz, ama sorumluluklarımızı oluşturur; çünkü her şey, bizim, öz itibarı ile geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır.
  • Tıpkı korkunun korkulan şeye yol açması gibi, zoraki bir niyet de zorla arzulanan şeyi olanaksız kılar. Bir erkek cinsel gücünü ya da bir kadın orgazm olma yeteneğini göstermeye ne kadar çok çalışırsa, başarısız olma olasılığı da o kadar büyük olacaktır.
  • Geleneksel psikoterapinin, tedavi uygulamalarının köken bilim (etimoloji) bulgularına dayandırılması gerektiği konusunda ısrar etmesine karşın, ilk çocukluk yıllarında bazı etkenlerin nevrozlara neden olabilmesi ve yetişkinlik çağlarında nevrozları tamamen farklı etkenlerin iyileştirmesi olasıdır.
  • Nevrozların güncel nedeni açısından, ister bedensel, ister ruhsal yapıda olsun, yapısal öğelerin dışında beklentisel kaygı gibi geri denetim mekanizmaları, başta gelen patojenik (hastalık yaratıcı) etken gibi gözükmektedir. Belli bir semptoma fobi ile tepki verilir, fobi semptomu alevlendirir ve sonuçta semptomda fobiyi pekiştirir.
    Baskı, karşı baskıyı getirir.
  • Günümüzün kitle nevrozu olan varoluşsal boşluk, özel ve kişisel bir nihilizm şekli olarak tanımlanabilir; çünkü nihilizm, varlığın hiçbir anlamı olmadığı inancıdır.
  • Nihilizm öğretisinde, yapısal bir tehlike söz konusudur. İnsanın özgür olduğunu reddeden bir psikoterapi, bu nevrotik ölümcüllüğü besler ve güçlendirir.
  • Kuşkusuz, insan sorunlu bir varlıktır ve özgürlüğü sınırlıdır. Bu, koşullardan özgürlük değil, koşullara yönelik bir tavır alabilme özgürlüğüdür.
  • İyileştirilmesi olanaksız psikotik bir birey, yararlılığını kaybedebilir, ancak insan olma onurunu koruyacaktır.
  • İnsan, sıradan bir şey, bir nesne değildir; nesneler birbirini belirler ama insan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır. Bizim kuşağımız gerçekçi bir kuşak, çünkü insanı gerçekte olduğu şekliyle tanımaya başladık. İnsan, Auschwitz’in gaz odalarını icat eden varlıktır; ama dudaklarında duayla ya da Shema Yisrael ile gaz odalarına dimdik yürüyen varlıkta insandır.
  • Mutluluk aranmaz; ortaya çıkması gerekir. İnsanın “mutlu olmak” için bir nedeni olmalıdır. Bu neden bulunduktan sonra mutluluk otomatik olarak gelir. İnsan, mutluluk arayışında değildir; belli bir durumda yapısal ve uykuda olan potansiyel anlamı gerçekleştirmek yoluyla mutlu olmak için neden aramaktadır. Bu gülmeye benzer. Birisinin gülmesini istiyorsanız onu gülmeye zorlayarak gerçek bir kahkaha yaratmak kesinlikle olanaksızdır.
  • Anlamsızlık duygusunun nedeni insanların yaşamlarını sağlayacak çok şeyin bulunmasına karşın, uğruna yaşayacakları bir şeyin olmadığıdır.
    İnsanlar araçlara sahip ama amaçları yok.
  • Her depresyon olayının anlamsızlık duygusuna bağlanabileceği anlamına gelmediği gibi, intihar da her zaman varoluşsal boşluktan kaynaklanmaz. Her intihar girişiminin arkasında anlamsızlık duygusu bulunmasa da, uğruna yaşamaya değer bir anlam ve amacın farkında olması halinde bireyin kendi yaşamına son verme dürtüsünün üstesinden gelinecektir.
  • Logoterapinin de ortaya koyduğu gibi, kişinin yaşamda bir anlama ulaşmasının üç temel yolu vardır. Bunlardan ilki bir eser yaratmak yada bir iş yapmaktır. İkincisi bir şey yaşamak ya da bir insanla etkileşime girmektir; başka bir değişle sadece işte değil, sevgide de anlam bulunabilir.
  • Ancak daha önemlisi, yaşamdaki anlama giden üçüncü yoldur: Değiştiremeyeceği bir kaderle yüz yüze gelen umutsuz bir durumun çaresiz kurbanı bile kendini aşabilir ve böylece kendini değiştirebilir. Kişisel bir trajediyi bir zafere dönüştürebilir.
  • Öncelik, acı çekmemize neden olan durumu yaratıcı bir şekilde değiştirmekte yatmaktadır. Ama üstünlük gerektiği takdirde “acı çekmesini bilmektir.”
  • Ortak suç kavramı konusunda kişisel olarak, bir insanı başka bir insanın yada grubun davranışlarından sorumlu tutmanın hiçbir haklı temeli olmadığını düşünüyorum.
  • Nihilizm, hiçbir şey olmadığını söyleyemez, ancak her şeyin anlamsız olduğunu savunur.
İnsanın Anlam Arayışı