Komplo Teorileri
27 mayıs darbesinde Adnan Menderes’in Moskova’ya gitmek istemesi mi yol açtı? İmam Hatip okulları, Köy Enstitülerinde bir tepki midir? Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağı Amerikan jetleri tarafından mı düşürüldü? AIDS Pentagon’un ürünü mü? 11 Eylül, ABD hükümeti tarafından daha önceden bilinen bir saldırı mıydı? ABD Büyükelçisi Edelman Türkiye’yi parçalamaya mı geldi? Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını barındıran topraklar üzerine oynanan Amerika bir sonraki adımda Türkiye için ne planlıyor? Komplo teorileri, Türkiye’de bilen bilmeyen herkes tarafından sıkça kullanılan kavramlardan birisidir. Sözlüklere göre ‘komplo teorisi’ iç politika, uluslar arası ilişkiler, ekonomi, kısacası ve sosyal sorun ya da olayları gerçekte olduğundan farklı/uydurma parametrelerle değil, açık ya da özel kaynakların yayınlarında ortaya konan argümanları kullanarak bir mantık çerçevesinde değerlendirmektedir. ‘Komplo teorileri’ aslında senaryo yazmaktır. Dünyadaki hemen tüm istihbarat örgütleri ya ‘komplo’ kurar ya da ‘komplo teorisi’ yazarlar. Ülkemizde de komplo teorisi yazmak önemlidir çünkü bu, beyni boşaltmak, kuşku ve endişeleri paylaşmaktır. Yazılacak senaryolar politik aktörler ile karar vericilere yol gösterici olursa -ki olmalıdır- bundan tüm toplum kazançlı çıkacaktır.
Yazar
: Erol MütercimlerYayınevi
: Alfa Yayınları
ÖZET
- Komutan: “En küçük birlikten en büyüğüne kadar, çeşitli düzeydeki birlikleri komuta eden, komuta ettikleri birliklerin her türlü sorumluluğunu üzerine alan, kanun ve yönetmeliklerle kendisine verilen yetkileri hiçbir etki altında kalmadan gereken yer ve zamanda kullanılabilen subaylara denir.”
- “Muharebede başarının merkezi öğesi olan hız ve eşgüdüm, yalnızca stratejik hazırlıktan değil, önderliğin bağlı olduğu psikolojik tutarlılıktan da kaynaklanmaktadır.” – Sun TZU
- Belirli bir görevin ya da bir işlevin yerine getirilmesi, bir amaca ulaşılması için görevlilerin, alt kuruluşların, gerektiğinde bütün bir toplumun yönlendirilmesi ve yönetilmesi işine önderlik Önder, bu eylemi gerçekleştiren kişidir.
- Önderlik türleri:
- Otoriter Önderlik
- Paylaşıcı ve Danışıcı Önderlik
- Özendirici Önderlik
- Yönlendirici ve Yetki Verici Önderlik
- Önderlik nitelikleri:
- Nitelikler ve Yetenekler
- Nitelikler: Akıl, zeka, cesaret, enerji, hırs, sevgi, duyarlılık, dürüstlük, kararlılık, irade, dayanıklılık, etkili dış görünüş, tevazu, dikkat, kavrayış, karizmatik bir kişilik.
- Yetenekler: Hesaplılık, zamanlama, güzel ve açık konuşma, güven, algılama, gerçeği görme, takipçilik, denetleyici, çevre ile ilişki ve iletişim kurabilme, esneklik, stres altında soğukkanlılık, inisiyatif, adalet, nezaket, yaratıcılık, kendisini yenileme ve kendisini aşma, gerçekçilik, ana amaç ve ana ilkelerden ödün vermeme.
- Bilgi ve Beceriler
- Bilgi ve Beceriler: Genel bilgi, mesleki bilgi, evrensel kültürü ve milli kültürü yansıtma ve bu kültürlerin unsurlarını tanıma, kendini, milletini, insanlığı tanıma, toplumun değer hükümlerini etkileyerek geliştirme ve bunlarla bütünleşme.
- Uygulama Gücü
- Çalışma Disiplini
- Düşünce ve Çalışma Disiplini: Düşünce ve çalışma düzen ve sırasına alışkanlık, iç disiplin, sosyal disiplin, sorumluluk üstlenilmesi, kişilere ve alt birimlere yetkileri ile ilgili sorumluluk verilmesi, bütün davranışların birbirleriyle ve çevre ile uyumunun sağlanması.
- Nitelikler ve Yetenekler
- Lider ile devrim, bir insan ile bir toplumsal eylemin içiçeliğini, tam anlamıyla bir bütünleşmeyi simgeler.
Lider ve eylem, devrim süreci içinde birbirini tamamlayan, birbirlerinin kimliklerine kendi özelliklerinin damgalarını vuran iki öğedir.
Öte yandan toplum ve lider, birbirlerini etkiler ve tarihi birlikte biçimlendirirler.
- Devrimci lider, kendini yaratan koşulları doğru biçimlendirebilen ve onları yeniden biçimlendirebilen kişidir. Liderliği, kendini yaratan koşulları doğru değerlendirebilmesinde; devrimciliği ise, onları yeniden biçimlendirebilmesinde yatar.
Koşulları doğru değerlendirmek, liderlik için yeterli, devrimci için yetersizdir.
Lider, ancak doğru değerlendirdiği koşulları yeniden biçimlendirebildiği ölçüde devrimcilik niteliği kazanır.
- Genelde bir liderin hem başarılı bir lider, hem de başarılı bir devrimci olması, örgüt ve ideoloji olarak, iki temel öğe dışında doğru teşhise, doğru zamanlamaya, işlevsel ittifaklara ve hedeften ödün vermemeye bağlıdır.
- 31 Mart Olayı
31 Mart Olayı’nda; II. Abdülhamit tahttan indirilir, yakın dönem Türk tarihinde dönüm noktası olarak adlandırılabilecek siyasi, tarihi pek çok olay ortaya çıkar ve Sultan Reşat 15 gün sonra tahta çıkar, Sultan Reşat olur.
İsyancıların istekleri; hükümetin çekilmesi, bazı milletvekillerinin parlamentodan uzaklaştırılması, alaylı subayların görevlerine dönmesi, şeriat hükümlerinin uygulanmasıdır.
Bu olayı Prens Sabahattin planlamıştır.
- 1950 – 53 Kore Savaşı
1950 – 53 arasındaki Kore Savaşı’nda BM kuvvetlerinin kayıpları 74.000 ölü, 250.000 yaralı ve 83.000 esir ve kayıp, toplam 000 kişidir.
Komünist saldırganların kaybı ise 900.000 Çinli ve 520.000 Kuzey Koreli olmak üzere 1.420.000 kişidir.
Türklerin toplam kaybı 3.064’tür.
Bu savaş NATO’nun güçlenmesine yol açmıştır.
Türkiye açısından ise Yunanistan da yanına katılarak NATO’ya dahil edilme sonucu doğurmuştur.
İkinci kaybeden taraf ise Türkiye’dir.
Kore topraklarında verdiği şehitlerin yanı sıra Kıbrıs adasının Yunanlılar’a verilişine de seyirci bıraktırılmıştır!
- Euro’nun Avrupa Para Birimi Olması
“Fransa’nın 80’li yılların sonunda Avrupa para birliğinin (Euro) sağlanması konusunda sürekli, aktif olmasının altında yatan esas neden, Alman Markı’nın Avrupa’daki hakim konumunu elimine etmek ve Avrupa üzerindeki Alman etkisine ket vurmaktır.”
Euro, ortak para birimi olacaktır, böylece ekonomi ve para politikasında Almanya’nın üstünlüğü (ve böylece aynı zamanda esasında her zaman fiiliyata dönüştürülebilir olan politik ağırlığı) kırılacaktır.
Fransa, Alman markının devre dışı bırakılmasını; 80 milyon Alman’ın kontrol altında tutulmasını sağlayacak, başarısı kanıtlanmış biricik araç olarak görmüştür.
Alman üstünlüğüne Euro’nun yürürlüğe konulmasıyla sürgü çekilmiş olacaktır.
Savaşmadan kazanılmış Versaille antlaşmasıdır.
İlk planda Avrupa’nın geleceği değil, tersine Almanya’yı zayıflatmak amaçlanmıştır.
Almanlar’ın Avrupa’daki sınırlı prestijlerini arttırmalarının önünü kesildi.
- Avrupa Birliği’nin Dini
AB’nin dini, Gnostik-Hıristiyanlığın açık/gizli örgütleri tarafından “yeniden inşa” edilmiş olan “sekülerliktir”. Tanrısı, kutsal kitapların anlattığı “God” (Tanrı) değil, Deizm’in tasarımladığı “Demiurge”dür.
Mason Tanrısı, “Kainatın Ulu Mimarı” AB’nin de Baş Mimarıdır.
AB’nin ahlaki değerleri, masonluğun öngördüğü ahlaki değerlerdir.
Bugünkü AB, tam anlamıyla Seküler/Dünyevi bir “Yeni Kudüs”tür.
Egemen kültür, Deizm üzerine inşa edilmiştir; Laik ve/veya Ateistçe değildir.
AB’nin tanrısı, Gül ve Haç Kardeşliği’nin tanımladığı ve daha sonra da Masonluğun kabul ettiği Deist Tanrı anlayışıdır.
Kısacası, yaratıcılık misyonunu kutsal kitaplardan alıp kendilerine mal etmiş olan bazı gizli örgütlerin yarattıkları bir din ve Tanrı için hazırlanmış seküler bir Yeni Kudüs’tür Avrupa Birliği.
AB üye sayısı 15 olduğu halde bayraktaki yıldız sayısı 12 olarak kalmıştır.
Bunun anlamı; ABD bayrağındaki yıldızlardan her birisinin bir eyaleti temsil etmesine benzer şekilde, AB bayrağındaki yıldızlardan her birinin bir üyeyi temsil etmediğidir.
Bütün bilgiler ve yorumlar, AB bayrağının bir Hıristiyanlık simgesi olduğu noktasında düğümleniyor.
12 yıldız İsa’nın 12 havarisini temsil etmektedir.
12 havariler için kutsal sayıdır.
12 sayısını Yahudilerin 12 kabilesi ile irtibatlandıranlar da var.
12 rakamının bütünlüğün ve mükemmeliyetin işareti olduğu (12 ay, 12 saat, Hz. İsa’nın 12 havarisi, Jüri üyeleri, Yahudi kabileleri ‘12’, 12 burç) açıklanıyor.
Mukaddes Kitap’ta Eski Ahit’teki 12 patrik ile Yeni Ahit’teki 12 Havari veriliyor.
12 rakamı “Vahiy 12-1”deki açıklamaya bağlanıyor: Gökte ulu bir belirti görüldü.
Güneşi kuşanmış bir kadın, ayaklarının altında ay, başında 12 yıldızdan bir taç.”
- Vakıf Kurulmasının Amacı
Bir vakfın kurulması kurucusuna ne gibi yararlar sağlamaktadır, bir de bunu görelim:
-
- Kurulan her vakıf kurucusuna ilkin ün sağlamakta ve kurucusunu toplumdaki “yardımsever, saygıdeğer, zevat” arasına katmaktadır.
- Kurulan her vakıf kurucusunun ilkelerini, düşüncelerini toplumun çeşitli katlarına, özellikle de gençlik-aydın kesimine aktarmakta ve bunları kendi düşünsel doğrultusunda çalışmaya şartlamaktadır.
- Kurulan her vakıf sayesinde kurucu servetinin bir kısmını veya tamamını vergi ödemeksizin kendi adını taşıyan ve kendi ailesinin bireylerden oluşan yönetim kurullarının yönettiği bir kuruma bırakabilmektedir.
- Kurulan her vakıf, kurucusu tarafından bırakılan serveti gene kurucusu adına çeşitli yatırımlara sokarak işletebilmek
- Kurulan her vakıf kurucusuna vergi ödemeksizin mirasını varislerine bırakabilme olanağı sağlamaktadır.
- Kurulan her vakıf çeşitli vergilerden muaf olduğu için büyük sermaye birikimleri
- Kurulan her vakıf bir şirket gibi yönetilmekte olduğu için ticari şirketlere rakip Genellikle şirketlere bağımlı veya şirketleri kendilerine bağlanmış durumda olan vakıflar kanunen yararlanmakta oldukları çeşitli vergi muafiyetleri nedeniyle aynı vergi muafiyetlerinden yararlanamayan ticari şirketlerden çok daha avantajlı durumdadırlar.
- Kurulan her vakıf desteklemekte olduğu bilimsel araştırma merkezlerince bulunan veya geliştirilen yeni bir teknik maddenin pazarlamasını kendisine bağımlı olan şirketler aracılığıyla sağlamakta ve büyük kazançlar elde etmektedir. Vakıflar bu kazançlarından dolayı vergiye tabi değildirler.
- Kurulan her vakıf kurucusu için bir “hayır” kurumu olduğu gibi bir de “vergi kaçırma kapısı” olmaktadır. Yatırımlarını likidite’ye sokmak isteyen bir şahıs veya şirket, bu işi doğrudan doğruya kendisinin yapması halinde oldukça yüklü bir vergiyi ödemek zorunda kalacaktır. Bundan kurtulmak için başvurulacak ilk kapı bir vakıf olacaktır.
Şirket veya şahıs, yatırımını bir vakfa devrederek (bağış vergisi ödemeksizin) elinden çıkmış gibi görünen malını vakfa sattırabilir.
Vakıf bu satışta hiçbir şekilde sermaye kazancı vergisine tabi değildir.
Yatırımı paraya çeviren vakıf daha sonra bu parayı belli bir faiz (çoğunlukla çok düşük bir faiz karşılında) bağış sahibine geçirebilir.
- HSBC Bankası Sembolü
Masonlar tarafından kurulan HSBC bankasının sembolü acaba ne anlama gelmektedir?
Sembolün ismi “ Andrew Haçı’dır.”
İskoçların milli sembolü olması dışında çok önemli bir masonik semboldür aynı zamanda.
29. Masonluk Derecesi’nin ismi “İskoç Şövalyesi Saint Andrew”dur.
Bu derecenin sembolleri banka logosundaki St. Andrew Haçı, yıkılmış bir kale ve zırhsız savaşçıdır.
Bu derecedeki masonlara “Güneşin Şövalyesi” ismi verilir.
- 103 No’lu Pan-Am Seferi
1988 Noel’inden 4 gün önce bir Pan-Am 747 uçağı plastik patlayıcılarla havada patlatıldı.
259 insanın içinde 5 CIA ajanı vardı.
Civarda oturan çiftçi çocukları tarafından yarım milyon dolar
Ajanlar Beyrut’tan geliyorlardı.
Araştırmacılara göre görevleri radikal bir dinci grup tarafından rehin alınan Amerikalıların yerlerini saptamaktı.
CIA ajanları rehinelerin yerini saptamışlardı.
Rehineler için pazarlık yapmak istemiş, yarım milyon doları bilgi satın almak için kullanacaklardı.
Albay Charles McKee başkanlığındaki ekibin bir kurtarma operasyonu için öncü olarak görev yaptığıydı.
Frankfurt’ta konuşlandırılmış ayrı bir CIA takımı CIA-1.
CIA-1 Langley, Virginia tarafından değil de Washington tarafından yönetilen gizli ve gayri resmi bir ekipti ve McKee takımı ile amaçları paraleldi.
El-Kassar Fransız rehinelerin kurtarılmasında Fransız hükümetine yardım etmişti.
Eğer aynı yardımı onlara yaparsa CIA-1 uzun süredir izledikleri uyuşturucu trafiği yolunu görmezden geleceklerdi.
McKee’nin takımı El-Kassar’ı öğrendi ve onu incelemeye başladılar.
Ayrıca Kassar’ın Frankfurt Havaalanı’ndan Amerika’ya soktuğu uyuşturucu ağının bir CIA ekibi tarafından korunduğunu fark ettiler…
Langley’e gelişmeleri, isimleri ve rehinelerin bulunduğu binaların filmlerini ulaştırdılar.
CIA bu konuda hiçbir şey yapmadı.
El-Kassar’ın işbirlikçileri CIA korumalı uyuşturucu yolu sayesinde Pan-Am 103’e bir “Semtex” yerleştirdiler.
Her iki tarafın üzerinde durduğu nokta bombacıların uçuşun detaylarını nereden bildikleriydi.
Bilgiyi veren El-Kassar idi.
- Zihin Kontrolü
Zihin kontrolü, bir kişinin veya insan grubunun davranışını kontrol etmek veya değiştirmek için isteği ve bilgisi dışında uygulanan tüm yöntemlere verilen addır.
Diğer bir tanımla, Beyin Yıkama, bireyin farkında olmadan davranışlarının kontrol edilmesi ve değiştirilmesine girişimde bulunmak ve bu amaçla herhangi bir yöntemi uygulamaktır.
Bireysel zihin kontrolünden anlatılmak istenen, bir insanın belirli bir ortamda beyin elektrofizyolojisini ve kimyasını etkileyerek, kişiliği ve davranış biçimleri istenen amaç doğrultusunda yeniden şekillemektir.
Beyin yıkama ve ideoloji kontrolünde genellikle şu teknikler kullanılmaktadır:
-
- Telkin ve Telkine Yatkınlık
Gerek hipnoz, gerekse tekrarlanan, ritüelik eylemler uygulanır. - Mevcut Tüm Psikolojik Akardengeyi Yıkma
Var olan inanç ve bilinç yapısı sarsılır ve kişi kendi oluşturduğu psikolojik savunma mekanizmalarından mahrum kalarak, yeni bir travmaya ve telkine açık hale gelir. - Egoyu Zayıflatma
- Cinsellik
Pek çok tarikat ve kült cinselliği, libidoyu had safhada kullanarak insandaki haz-ödüllendirme mekanizmalarını harekete geçirir. - Gizemcilik ve Üstün Güçlere Ulaşma
Gizemcilik, parapsikoloji ve mistisizm hemen hemen her tarikatın ve kültün temel parametre olarak kullandığı unsurdur. - Eşikaltı Algının ve Kolektif Bilinçdışının, Arketipal Öğelerin çok Sistemli Kullanılması
Burada ses, müzik, görüntü, duyma veya görme eşiğinin dışındaki stimülan etkiler, fikirler, film görüntüleri, kişiselleşmiş yapılar ve moda gibi unsurlar kullanılmaktadır. - Kimyasal maddelerle beynin normal akardengesinin (hemostasis) yıkılması ve yepyeni bir yapı kurulması.
- Telkin ve Telkine Yatkınlık
- Vatikan’ın Gizli İlişkileri
Vatikan şu anda dünyanın en zengin devletlerinden birisidir.
Vatikan yeryüzündeki tek Sosyalist Tanrı-Devlet sayılmalıdır.
Toplam 1000 kişiyi geçmeyen Vatikan bürokrasisi, 2500 işçisiyle dünyanın en kalabalık dinsel topluluğunu (yaklaşık 900 milyon) hiçbir aksama olmadan yönetmektedir.
Vatikan’ın doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi olduğu ya da yönlendirdiği günlük, haftalık ve aylık 200’den fazla gazete ve dergisi, 154 radyo istasyonu ya da emisyonu, 49 TV kanalı ya da kablolu yayını bulunmaktadır.
Vatikan’ın gelirleri ülkedeki Katoliklerden kesilen kilise vergisi; aidatlar; bağışlar; şirket gelirleri; hediyelik eşya satışlarıyla elde edilen gelirlerden oluşmaktadır.
Basın yayından elde edilen reklam gelirleri de epeyce tutmaktadır.
Vatikan bir diğer gelir kaynağı da Hıristiyanlığı temsil eden kişileri, örneğin İsa’yı, Meryem’i, azizleri ya da sembolleri (Haç gibi) pazarlayarak elde ettiği kazançlardır.
Vatikan’ın kendi Tanrısını (İsa) ve dinini en iyi pazarlayan holding olduğu apaçık görülebilir.
Vatikan, dünyanın önde gelen birçok şirketinde hissedardır.
Çeşitli ülkelerde sayısız gayrimenkulü vardır.
Birçok bankanın ortağıdır.
Özellikle giyim ve turizm sektörlerinde de kazançlı yatırımları ve ortaklıkları vardır.
Ayakkabı, yiyecek ve enerji ile inşaat sektörlerinde de karlı yatırımları vardır.
İhraç malı olarak sadece “dualar ve emirleri” olan bir devlettir.
Vatikan’da altı akım vardır.
İkisi “laik”, dördü “dinsel” niteliktedir.
Laikler OPUS DEI (Tanrı’nın işleri) ile Malta Şövalyeleri’dir.
OPUS DEI, İspanyol asıllıdır ve sadece 65 yıllık bir örgüttür.
Gizli örgüt OPUS DEI’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta, her ülkede örgütten sorumlu bir kardinal bulunmaktadır.
Bu kardinallerin dokunulmazlıkları vardır ve sadece Papa’ya karşı sorumludurlar.
Malta Şövalyeleri çok daha eski ve köklü, aristokratik, kapalı devre işleyen bir örgüttür ve ününü Türklere karşı Katolik inancını savunarak edinmiştir.
Türklüğe ve İslamiyet’e kökten karşı bir örgüttür.
Dört dinsel akımın birincisi, Dominiken tarikatıdır.
Kilise’nin sürekliliğinin korunması ve her koşul savunulmasıdır.
Dominikenler, “önce kilise” diyen tarikattır.
Fransisken tarikatı için önce Roma’daki kilise değil, “önce Hıristiyanlık” gelir.
Fransiskenler yoksullardan yana, din adına karşılıksız çalışan keşişler topluluğudur.
Onlar için Hıristiyanlığın yeryüzünde egemen olması önemlidir.
Cizvitler tarikatı, Katolik aleminin “entelektüelleri” konumundadırlar.
Bunlar için önemli olan ise “Papalık makamı”dır.
Papalık makamının korunması ve savunması öncelik taşımaktadır.
Cizvitler, Türkiye’de ilk misyoner okulunu açan gruptur.
18 Kasım 1583’de Cizvitler tarafından açılmış olan bu okul Karaköy’deki Saint-Benoit Lisesi olup bugün de faaliyetlerini sürdürmektedir.
OPUS DEI dördüncü akımın temsilcisidir.
Onlara göre papanın kimliği, kilisenin de, papalık makamının da üstündedir.
Papa Tanrı-Krallığının kutsal önderidir.
OPUS DEI, Vatikan Devleti’ni yüceltir, kiliseyi ikinci planda görür.
Vatikan, ekonomi-politiğiyle “Devlet Sosyalizmi”ni uygulayan – kendi sosyalizme karşı olsa da – bir kilise devletidir.
Toplumsal-tarihsel bağlamında ise işlevleri itibariyle “Dogmatik Dinci” bir devlettir.
Fundamentalizm’in (köktenciliğin) çağımızdaki en eski ve en güçlü temsilcisidir.
Vatikan dünyada devlet çapında örgütlenebilmiş ilk Fundamentalist Tanrı-Krallığıdır.
- Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler
- Tapınak Şövalyeleri
- Rose Croix (Gül Haç Örgütü)
- İllimunati
- Skulls And Bones Society
- Bohemian Grove
- CFR
- Trilateral
- Bilderberg
- Misyonerlik
Misyonerlik bir yabancılaştırma kurumudur.
Belirli bir ülkede o ülke insanın kendi değerlerine, toprağına, milletine devletine, dinine yabancılaştırılması
Misyonerlik olmadan Hıristiyanlık olmuyor.
Misyonerlik bu yüzden Hıristiyanlığın içindedir.
Bunun iki sembolü var: Kilise ve haç.
Haç Hıristiyanlığa inananların hem kilisesini hem de İsa’yı sembolize eder.
İslamiyet’te peygamberlik kurumu var, Hıristiyanlıkta yok.
Olmadığı için onlar “Tanrı’nın oğlu” diyorlar.
İlk Hıristiyan kelimesi İsa’nın ölümünden 37 yıl sonra Antalya’da ve Antakya Bölgesi’nde kullanılmıştır.
“Takiyye”nin mucidi Sen Paul’dur.
Misyonerlikteki ilginç olaylardan biri, şehirde yaşayan, belli varlık seviyesinin üstündeki bunalımlı kadınlar ilk hedef.
Misyonerlik bir yabancılaştırma projesi.
Öncelikle yabancılaştıracaksın.
Misyoner senin kafanı karıştıracak.
Misyonerlik faaliyetlerinde zihinleri bulandırmak için ya kendi insanlarımızı kullanıyorlar ya da bizim gibi görünerek bu işi yapıyorlar.
Kiliselerin tamamı misyonerlik faaliyeti yapmak mecburiyetinde.
Hıristiyanlığın olmazsa olmaz ön şartı, misyonerlik yapmak.
“Ben Hıristiyan’ım” diyen herkes, özel olarak da ruhban sınıfı misyonerlikle mükelleftir.
İncil’de bu mecburiyet konmuştur.
İncil kuralları çerçevesinde bu mecburiyet verilmiştir.
Ruhban bir Hıristiyansanız bunları yapmak zorundasınız.
Türkiye toprakları Ortodoks kiliseleri için kutsal.
Bir papaz der ki “Mekke Rus çizmesi altında olsa nasıl kızarsanız, biz de Ayasofya’nın üstünde Türk bayrağı gördüğümüzde o kadar kızıyoruz.”
Kendi paramızla içimizde misyonerlik yapıyorlar.
- Sabetayizm
Sabetay Sevi, otuz dokuz yaşına gelince, yani 31 Mayıs 1665 tarihinde “Mesih” olduğunu ilan etti.
O artık Yahudi toplumunu kurtaracak olan kişiydi!
Yahudi inancına göre Mesih, kendilerine, bugünkü İsrail topraklarında bağımsız bir devlet kuracak ve dünyanın dört bir yanına dağılmış olan Yahudileri bir araya toplayacaktı.
Gelişmelerden rahatsız olan Osmanlı yönetimi Sabetay Sevi’yi tutukladı ve yargıladı.
Yargılama sonunda Sabetay Sevi’nin önüne iki seçenek koydular:
İddialarından vazgeçmezse öldürülecek ya da Müslümanlığı kabul ederse hayatı bağışlanacaktı.
Sabetay Sevi dedi ki; “Bu can bu bedende olduğu sürece Müslümanım” ve Mustafa Aziz Efendi adını aldı. Karısı Sara ise “Fatma” adını tercih etti.
Sabetayistler, İslamiyet’i kabul ettiklerini söylemelerine rağmen, gerçekte Museviliğe inanmaya devam etmektedirler.
Sabetayistlerin varlığından iki kesim çok rahatsız olmuş.
Birisi “radikal Müslümanlar” ötekisi de “Museviler” ya da İsrail devleti.
Sabetaycılık ve Sabetayistler hakkında kitap yazarak, toplumda olumsuz tepki uyandırılmasına yol açmak İsrail’in işine yaramıyor mu?
Bu kitap yazarlarının çok büyük bölümünün MOSSAD sponsorluğunda bu kitapları yazdıkları söylenemez mi? Abdi İpekçi ve Üzeyir Garih…
Eğer bir köpek sahibini ısırırsa biz ona ‘it’ deriz. Köpekle it arasındaki fark budur.
Köpek artık it muamelesi görüyorsa ailenin büyük erkek ferdi tarafından araba tekerleğindeyken kurşunlanır.
Türkiye’de ikiyüzlü olanlar, takkiye yapanlar, İslamcılar değil…
Sahte Atatürkçülerdir.
Çinlilerin strategemi “Kendi gücün sınırlı ise düşmanın gücünü ödünç almalısın. Düşmana zarar veremiyorsan onu kendi hançeriyle vurmayı denemelisin. Hiçbir generalin yoksa düşmanın generalini ödünç al. Hiçbir şey yapamıyorsan hareketsiz kal. Hiçbir çıkış yolun yoksa düşman eliyle amacına ulaş.”
- “Gece Şahini” Tatbikatı…
Gece saat tam 03:00’te düğmeye basılacak ve “Gece Şahini” devreye alınacaktı.
1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı…
Ama o gece bir şeyler yanlış gitti…
Aşağıdakiler, bir “komplo teorisi” mi yoksa bir “fesat” mı, karar okuyucunun.
17 Ağustos 1999, Gölcük.
Saatler gecenin üçüydü ve insanlar can havliyle kendilerini evlerinden dışarıya atarken sanki bir kıyameti yaşıyor gibiydiler.
Ali Kırca’nın yönettiği “Siyaset Meydanı”nda enkazdan kurtarılan bir bayan şunları söylüyordu:
“O gece ne olduğunu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var ki bu depremden farklı bir şeydi.”
Bir iddiaya göre depremden hemen önce Gölcük’ten Avcılar’a kadar geniş bir alanda görülen “Ateş Topu” ile ilgili bilimsel bir açıklama yapılamıyordu.
Bir takım teoriler ortaya atılmaya başlandı.
Kimine göre Ruslar bomba patlatmıştı.
Kimine göre de Yugoslavya’ya atılan bombaların yerkabuğunun dengesini bozması sebebiyle depremin gerçekleştiğini söylüyordu.
Hatta bazılarına göre işi PKK bile yapmış olabilirdi.
Nitekim CNN televizyonu Başbakan Bülent Ecevit ile yaptığı bir röportaj sırasında “Depremin arkasında PKK mı var?” sorusuna “Sanmıyorum” cevabını vermişti.
Oysa bu sorunun doğal yanıtı “Siz ne saçmalıyorsunuz, depremle PKK’nın ne alakası var?” olmalıydı.
Bu soruya verilen cevap, akıllara, PKK’nın deprem oluşturabilme ihtimalinin olduğunu düşündürdüğü gibi, yapay depremlerin de olabileceği sonucuna götürmektedir.
Bu teoriler arasında akla en yatkın olanı Future Times’ta yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikâyeydi.
Bu senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yerkabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak, büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu.
Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nicola Tesla tarafından geliştirilen bu “düşük frekanslı elektromanyetik ısınımla yüksek enerji nakli” tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı.
Bu yöntemle, çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi.
Ancak Pentagon yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi, bir yandan da barışçı “Deprem İndirgeme” sistemine uygulamak suretiyle tepkileri azaltmayı ve fon-lama devamlılığım sağlamayı amaçlıyordu.
Bu nedenle proje önce Avustralya’nın çıplak ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde denendi ve geliştirildi.
Daha sonra bunun deprem denenmesine geldi sıra.
Değişik zamanlarda Kafkaslar’da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika’daki Ant dağlarında tektonik uyarılar verilmek suretiyle endüktif deprem yaratma konusunda büyük adımlar atıldı.
Bu araştırmalar, Amerika’da HAARP ve diğer askeri tesislerin kumanda merkezlerinde yürütülüyordu.
Bu sırada, Türkiye, Japonya ve benzeri deprem bölgelerinde de sismik ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verilerini saniyesi saniyesine devasa bilgisayarların kayıtlarına gönderilmeye başlandı.
Ve gün geldi bu sistem Türkiye’de denenmek istendi.
Bölge zaten yıllardır bu amaçla sismik espiyonaj altındaydı.
Nitekim gelişmeleri dikkatle takip edenler, depremden hemen sonra, Türk Telekom’un Türkiye’nin sismik bilgilerini Pentagon’a ileten NATO Üssü’nün iletişimini nasıl kestiğini ufak puntolarla gazetelere düşen haberlerden hatırlayacaklardır.
ABD’nin asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği tecrübe ve bulguları, San Andreas fay hattına uygulamaktı.
Bu iş yine çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrailli uzmanlara verilmişti.
Gerekli makine ve donanım gizlice denizaltılarla Gölcük Üssü’ne getirilerek oradaki, yeraltı, denizaltı korunaklarına kuruldu.
Türk makamları durumdan detay bazda haberdar değildi.
Deney başarılı olacağından sonunda kimse normal dışı bir şeyin olduğunu fark etmeyecekti.
Bu amaçla “Gece Şahini Tatbikatı”nın gece saat 03:00’te başlaması planlandı.
Gece saat tam 03:00’te düğmeye basılacak ve “Gece Şahini” devreye alınacaktı.
1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı.
Böylece büyük bir deprem önlenmiş olacaktı.
Ama o gece bir şeyler yanlış gitti doğa kendini yönetmek isteyenlerden bir kez daha intikam almıştı.
45 saniye süren deprem, beklenenin 10.000 kat üstünde bir güçle gelmişti.
Zayıflayan ve titreyen elektrikler geri geldiğinde, gece saat 03:05’i gösteriyordu.
Daha birkaç dakika öncesine kadar korunağın içinde şampanya patlatmayı bekleyenler, şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
On binlerce insan, çoluk çocuk, enkazın altında can çekişiyor veya cansız yatıyordu.
Bu tarihin en büyük felaketiydi; hem de insan eliyle yaratılan…
İşte o andan sonra çantalardan çıkan “Q planı” çalışmaya başladı.
İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi.
Kimsenin birbiriyle haberleşmesi istenmiyordu.
Cumhurbaşkanı bile sabahleyin “Benim de telefonum kesikti,” şeklinde garip bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı ve Başbakan şaşkındı.
Saatlerce “Üzgünüz” bile diyemediler.
4 dakika içinde İsrail Başkanı Barak ve Birleşik Devletler Başkanı Bill Clinton ile irtibat kuruldu.
O anda İsrail’de Ben Gurion’un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş uçağı, savaş uçağı eşliğinde iki nakliye uçağı havalanıyordu.
2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’na bağlı tüm birlikler DEFCON–4 acil durumuna geçirildi.
Amerikan 6’ncı filosuna bağlı gemiler de rotalarını İstanbul’a çevirmek için Pentagon’dan emir aldılar.
Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve belki de onlardan da Türkiye için sözler alınıyordu. Yunanistan bile harekete geçirilerek Türkiye’ye olan düşmanca tutumuna son vermesi sağlanıyordu.
Tüm batı başkentleri hareket halindeydi, panik yoktu.
Her şey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında.
İsrail askerleri ve üst düzey subaylar o gece Gölcük’te ne arıyorlardı?
Bu devir teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi.
Uluslararası bir kimliği yoktu.
Bunun nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz.
Hiç kimse bu güne kadar hiç katılmadıkları bu devir teslim törenine neden katıldıklarını sormadı.
Ya şaşkınlıktan, ya da telaştan, enkaz altında kaç İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da sormadı.
O felakette kaç İsrail askerinin öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu.
Herkese verdikleri imaj ise oraya bize yardım için geldikleriydi.
Hemen bir hastane kurdular.
Esas enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri malzemeyi çıkartarak götürmekti.
Biz de “Bak şu İsrail’e helal olsun, hemen yardımımıza koştu” diyerek sevindik.
Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında batıda bu hareketlilik yaşanırken bölgede de çok hızlı ve çok gizli askeri hareketlilik hakimdi.
Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli operasyondan kimsenin haberi olmuyordu.
Böylece bu işi planlayanlar gecenin karanlığından da yararlanıp denizaltından parçaları yüzeye vuran Tesla makinesinin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı.
Ve bölgeye son hızla gelen Rus araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30’da bölgeye vardığında, havanın aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tek bir cisim bile kalmamıştı.
Denizaltında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu meydana gelen denizaltı krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu.
Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Ecevit ve daha sonra da Demirel’in bölgeye gitmesine izin veriliyordu.
Amerika tüm imkanlarını seferber etti.
Clinton Amerikan halkından Türkiye’ye yardım etmesini istedi.
Kasım’da Türkiye’ye geleceğini ilan edip Ecevit’in de bu arada Amerika’ya (belkide binlerce şehidin diyetini konuşmaya) kendini ziyarete geleceğini haber verdi.
İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un “Yabancılara tek bir hasta bile vermem,” demesini, ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait yüzer hastanede tek bir insanın bile tedavi edilmediğini, 750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle gümrükte tutulmasını şimdi yadırgayabiliyor musunuz?
