Dinle
Hz. Mevlânâ, Mesnevî’ye “Dinle” diye başlamıştır. Bütün âleme “Dinle” diye seslenen Hz. Mevlânâ’nın sözlerinin menbaı ise “Oku” diye başlayan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Cemâlnur Sargut’un radyo konuşmalarından derlenen bu kitap, Mesnevî’yi Cemâlnur Sargut’un kendine has üslûbundan dinlemek isteyenler için bir rehber niteliğindedir.
“İblis neden İblis olmuştur?”
“Miraca yükselme biz insanlar için nasıl olacaktır?”
“Haccın içindeki kurban kesmenin mânâsı nedir?”
“Nefsin terbiyesinde nasıl bir yol izlenmelidir?”
“Cemâl ve celâlle terbiye nasıl olur?” gibi soruların cevaplarını da bulacağınız bu eserde tasavvuf, edep, kaza-kader, tevhid, namaz, hac ve kurban konuları hem zâhirî hem de bâtınî yönleriyle açıklanmıştır.
“Cenneti dünyada bulmanın yolu tasavvufî terbiyeden geçer. Gerçek cennet olan huzur ve mutluluk, aynı terbiyenin sonucu olarak hürriyete kavuşmakla neticelenir. Bu bakış açısından tasavvuf, insanın insanlığını bulma yoludur vesselâm.”
Cemâlnur Sargut
(Tanıtım Bülteninden)
Yazar
: Cemalnur SargutYayınevi
: Nefes Yayıncılık
ÖZET
- Tasavvuf insanın kendi içine yaptığı yolculuktur.
- Riyazat (nefisle mücadele, nefsi kırma),
Mücahede (nefsin arzularına direnme, cehd ve gayret etme),
Tasfiye (saflaştırma, temizleme)
- Ben ahlak sahibiyim demekle Hakk’ı unutmak, cehennemlerinden kurtulmak ve hakiki cennet olan ezeli yakınlığa erip, yaradılışı bulmak kabil değildir. Kişinin kendini Allah’ın gözetimi altında hissetmesi ve bu şuurla davranıp yaşaması tasavvuf adını alır.
- Abdülkadir Geylani’ye göre tasavvuf:
- T: Tevbe
- S: Safa, arınma
- V: Velayet
- F: Fena’dır (yokluk)
- Tasavvuf sekiz temel üzerine kurulmuştur.
- Birincisi; cömertlik Bu İbrahim (a.s.)’ın sıfatıdır.
- İkincisi; rızadır ki, bu İshak (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Üçüncüsü; sabırdır ve Eyyüb (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Dördüncüsü; işarettir, Zekeriyya (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Beşincisi; kurbettir (yakınlık), Yahya (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Altıncısı; tasavvuftur, Musa (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Yedincisi; aşktır ki İsa (a.s.)’ın sıfatıdır.
- Sekizincisi; fakirliktir (kulluğu bilmek), Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sıfatıdır.
- Tasavvuf dedikodu ve lafla olmaz, maddi alışkanlıklara ve aşırı isteklere açlığın ve sevilen şeylerin terk edilmesi (tapmayı terk) ile olur.
- Tasavvuf, dinin istediği gibi sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar oturup ibadet etmek, hayrat ve hasenatta bulunmak değildir. Allah’ın lütfu, keremi, kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur eder.
O halde her muamelenin Hak’la olduğunu bilirsen, kimden incinecek ve kimi inciteceksin?
Resulullah’ın, “Nefsini bilen Rabbini bilir”, diye ifade ettiği düsturun manası budur.
- “Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır” içinde ne varsa hepsi ile muamelesini Hakk’la muamele biliyor, her şeyi Hakk diye taziz ediyor (şerefli kılıyor), tebcil ediyor (yüceltiyor) ve seviyor. Allah sevgisini soyuttan kurtararak somut, dünyaya, mahlûkata getirmiş, yani başka bir deyişle niyetten eyleme intikal ettirebilmiştir.
- Tasavvuf, bir ilim değil bir yaşam şeklidir.
- Tasavvuf güzel ahlaktır: İç ve dış edebiyle edeplenmektir.
İç edep; her yerde ve her şeyde Allah’ı temaşa (zevkle, hayranlıkla seyretme) edebilmektir.
Dış edep ise; içten gelen edebin terbiyesiyle herkese ve her şeye eşit muamele edebilmek, hürmet edebilmek, hoş görebilmek ve Allah’ın emirlerine uyabilmektir.
- Tasavvuf ‘La ilahe illallah’ın manasını aşikâr etmektir.
Allah’tan gayrı olmadığımızı bilip onu uzaklarda aramamaktır.
Allah ile aradaki perde bizim kendi vücudumuzdur.
Bütün düşünüp nefse indirgemektir.
- Tasavvuf insana cennet ve cehennemin hakikatini öğretir.
Tasavvuf ehline göre cehennem, Allah’ın olmadığı
Cehennem, cezalandırıcı, intikam alıcı, Allah tarafından kulları için hazırlanmış ebedi bir işkence yeri değil, Allah’a ulaşmış bir varlığın, Allah’ın rahmetini, cana can katıcı rüzgârına karşı tekrar hassas kılacak uslandırma yolları getiren bir tecrübedir. Kur’an’a göre cehennem, insanın bir insan olarak muvaffakiyetsizliğini acı bir şekilde anlamasıdır.
- Tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesi
- Şeriat; “Seninki senin, benimki benim”, der.
Tarikat; “Seninki senin, benimki de senin”, der.
Hakikat; “Ne seninki senin ne de benimki benim”, der. - Gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği halinde ve üzerinde gösterip, onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda ahirete de aynı değeri verendir.
Gerçek mutasavvıf, dünya işi ve hizmetinden elini bir an çekmeden gönlüyle her an sevgiliyle olabilendir.
Gerçek mutasavvıf, küçük hadiselerden dünya ve mana gerçeğini aşikâr eder.
- Tasavvuf, insanın insanlığını bulma yoludur.
- Edep her şeyde Allah’ın tecellisini görme derecesine ulaşmak demek.
Edep öyle bir makamdır ki insanı, insan-ı kâmil haline ulaştırır.
- İnsan-ı kâmil; kendinde Allah’ın zatını aşikar eden, bir başka deyişle onu can haline getiren, kendindeki Muhammedi hakikati ortaya çıkaran sultan demek.
- ‘Ten-i Adem’in içinde bulunan sır edep’
- Maksat gayba iman etmektir.
Gayba iman, halkta Hakk’ı görebilmek demektir.
- Tenzih Allah’ı her şeyden üstün görmektir.
Allah öylesine yücedir ki manasına erişilemez, ulaşılamaz; her şeyin sahibidir o.
Bunu biliyoruz; bunu bil iyice öğren, bu tenzihtir.
Aynı zamanda Allah teşbih halinde halktan zuhur eder.
Yani gördüğümüzü zannettiğimiz bizlerde Allah’ın isimleri, sıfatları, fiilleri zuhur eder.
Buna da teşbih diyoruz.
Hem tenzih edip hem teşbih edebiliyorsak, yani hem Allah en yücedir ama halkta da tecelli eder diyebiliyorsak, tenzihle teşbih arasında orta yolda olmuş oluruz.
- Edebi olmayan insan, insan sayılmaz.
Demek ki edepte insanlık vasfı var.
- Peygamber Efendimiz de buyuruyorlar ki “Rabbim beni edeplendirdi ve edebimi güzel eyledi.”
- Sidre-i müntehayı geçen, aklını bile bırakan, aşkıyla her yeri aşan, ondan sonra gene aklına dönüp halka hizmet edene insan Hiç olmazsa kelime manası ile insan olmaya gayret edelim.
Herkesle güzel ilişki kuran bir insan haline geçelim; aksi takdirde beşer sayılıyoruz.
Hatta bu kadarla da kalmıyor; hayvan sayılıyorsun, çünkü Âdem’i hayvandan ayıran edeptir.
Eğer senin içindeki İblis makamını içindeki ben dedirten makamı ezmek istersen, “İblis’i öldüren önünde eğilişin edebindir.
- İblis İblis oldu, zira Hz. Âdem’e itaat etmedi.
Yani gayba inanmadı.
İblis Âdem’de Allah’ın tecellisini göremedi.
“Ben ateştenim, o ise topraktan”.
Toprakta tevazu var, yokluk var, hiçlik var.
Pislersin, üstüne tükürürsün, ölünü gömersin o sana gene verir verir, otlar çıkarır, yiyecekler çıkarır.
Ateşte ise heybet ve yakıcılık var.
İblis “Ben ateşim, heybetliyim” dedi.
Âdem “Ben yokum, affedilmeye muhtacım, günahkârım” dedi.
O zaman Allah yok olanda tecelli etti ve meleklere Âdem’e secde emri verdi.
Ancak İblis “Ben Allah’ın meleğiyim. Bütün meleklerin öğretmeniyim, niye Adem’e secde edeyim?” dedi.
Âdem’in Allah’ın Rab tecellisi olduğunu kabul etmedi.
Allah Yasin Suresi’nde, Allah’ın tanıdığı ve iman ettiği halde Peygamber’i kabul etmeyen insanı yerden yere vurmaktadır. İşte İblis Âdem’deki bu Rab tecellisini kabul etmediği için Allah’ın huzurundan kovuldu.
Eğer biz de Allah’ın manasının insandan tecelli edebileceğini kabul etmezsek, devrin İblis’i olur, o makamdan kovuluruz, Allah korusun.
- Kur’an-ı Kerim’in manasını okursan görürsün ki cümle manası edep
Kur’an-ı Kerim’in cümle manası insan-ı kâmil, insan-ı kâmilin manası ise edeptir.
Bizi Allah’a makbul kılan, Allah’ın bizden memnun olmasını sağlayan edeptir.
- “İki âlemde kurtuluş bil ki edeptir”
- Edep her şeye bakıp Hakk’ın birliğini görmektir.
Suçunu yüzüne vurup hakaret etmemek, ondan kaçmak edeptir.
Hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bilmek, her şeyi Hak’tan bilerek ona el veya dil uzatmamak edeptir.
- Devletin bekası ile ilgili yahut ahlaki konularda, Allah’ın istemediği ve şeriata aykırı konularda bir şeyin suhurunu gördüğümüz zaman mutlaka üçe kadar itiraz hakkımız
Ama bu üç itirazı da edep dahilinde yapmak lazım; kırmadan üzmeden.
- Edep çok büyük bir mazhariyet
Edebin sonucu güzel ahlaktır.
“Edep nur-u ilahiden bir taçtır; onu başına koy onunla nereye gidersen git, zarar görmezsin.”
İnsan kızmaz, üzülmez, sinirlenmez, düşman olarak görmezse, neden zarar görecek.
- Gerçek edep, dili bile devre devre susturan edeptir.
İnsanın gönlüne yerleşir ve insanı huzurda kılar.
Tasavvuf edep demektir.
Edebin sonucu “la mevcude illallah”, yani “Allah’tan başka mevcut yoktur” manasını idrake gelir.
Edep o kadar ileri gider ki insan, eşyaya hürmet etmeye başlar.
Vurmaz, kırmaz, çıkardığı elbiseyi ayağı ile itmez bir kenara, birbirine hürmet ettiği kadar kendisine, köpeğine, etrafındaki hayvanlara, etrafındaki her tür hayvana, bitkiye, her şeye hürmet gösterir.
- Kur’an’ı üç kere öpüp başımıza koyuyoruz, abdestsiz el sürmüyoruz.
Ama içinde firavun kelimesi var, şeytan olan sayfayı yırtıyor muyuz?
Firavun olan sayfayı yahut Peygamber’e eziyet etmiş kişiler var içerisinde onların adının geçtiği sayfaları yırtıyor muyuz? O halde gerçek edep, Allah’ın bize Firavun olarak gönderdiği insana karşı da içimizde kin ve kötülük duymamak, her şeyin bir sebebi olduğunu mutlaka bilmektir.
Bu bakış açısından edebe bakarsak, her şey o kadar güzel, o kadar hoş görünür ki.
- Edep iki türlüdür; zahiri edep, bâtıni edep.
Zahiri edep Allah’ın “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerini yapmamaktır.
Zahiri edep Allah’ın bize koyduğu kurallarda aklımızı ortaya koymamaktır.
Yani bir kural konmuşsa aklımla onu anlamasam da yapmaktır.
Allah karşısında edep ehli olmaktır.
Bâtıni edep, herkeste ve her şeyde Hakk’ın tecellisini görme makamıdır.
“Eşhedü en la ilahe illallah” diyoruz, “Şahadet ederim ki Allah birdir” diyoruz.
“Biliyorum, inanıyorum” demiyoruz.
Şahadet için görmek lazımdır.
Demek ki bâtıni edep sahibi insan, görme derecesine, müşahede derecesine ulaşmıştır.
- Yanlışı ve çirkini ayırt et, mücadeleni yap fakat gönlünde ona hakaret gözüyle bakma, birliği müşahede et.
- Her akıl sahibi adamın kalbinde sekiz bahçesi vardır.
- Bu bahçelerden birincisi tevhid bahçesi
Tevhid, Allah’ı birlemek, herkeste ve her şeyde Hakk’ın tecellisini görmek demektir.
Asıl gizli şirk kendimize olan aşkımızdır.
Bütün ilimlerin gayesi tevhiddir, bu hâsıl edilince, dünyanın bütün zahir bilgilerine sahip olmuş bir kimsenin lüzumsuz yere yorulduğu anlaşılır.
- Bu bahçelerden birincisi tevhid bahçesi
- İkinci bahçe tevekkül bahçesi
Tevekkül demek, Allah’tan gayrı hiç kimsenin bir iş yapamayacağını bilmek demektir.
Bu bilinmedikçe de Allah’a mütevekkilim demek doğru olmaz.
- Üçüncüsü tefviz bahçesi.
Tefviz, kendini Hakk’ın iradesine terk eylemektir ki; bu bahçede tedbir ve ihtiyardan, şahsi isteklerini kullanmaktan ileri gelen dikenleri söküp atmak gerekir.
Biz tedbirimizi alırız. Tedbir için mücadelemizi yaparız. Gayret eder ve çalışırız.
Ama biliriz ki sonuç bizim için hayırlıdır.
Bizim istediğimiz gibi olsa da olmasa da.
- Dördüncüsü sabır bahçesidir ki, dört kısma ayrılır.
Biri Hakk’a lazım gelen kulluk hususunda karşımıza çıkacak güçlüklere sabırdır.
İkincisi dünyanın zevklerine ferahlıklarına kendini kaptırmamak hususunda sabırdır.
Üçüncüsü, dünya fazlalıklarını elde etmeye çalışmamak hususunda, aşırılıkları istememek hususunda karşımıza çıkacak güçlüklere karşı sabırdır.
Dördüncüsü de musibetlere, felaketlere, sıkıntılara sabırdır.
- Beşinci bahçe rıza bahçesi
Allah’tan, ne nimet için bir şey istemek, ne de ceza ve verdiklerinden kurtulmak için yalvarmaktır.
Bilakis hadiseleri olduğu gibi kabul etmeye çalışıp bu hadiselere karşı dargınlık, küskünlük ve itirazda bulunmamaktır.
- Altıncısı, rızaya varan kişinin hal haline getirdiği marifet bahçesi
Marifet ehli Allah’tan gayrı hiçbir şeye meyletmez.
Allah’ın verdiği ahlak ile ahlaklanmış, sabırlı, razı, mütevekkil ve teslimiyet sahibi kişidir.
Marifet sahibi, haliyle ve hizmetiyle her şeyin Hakk olduğunu insanlara öğretir ve gösterir.
- Yedinci bahçe muhabbet bahçesidir ki, Allah’ın aşk ve muhabbetine hiçbir şeyi tercih etmemek Nefis, evlat, mevki, servet putlarını kırıp atmaktır.
- Sekizinci bahçe hikmet bahçesidir ki, kavilde, fiilde, talepte dürüst olmaktır.
Hikmet, marifet ehlinin dilinden zuhur edendir. Yani artık o hep hakikati söyler.
- Teslim, İslam’dır. İslam kelimesi teslim kelimesinden gelir.
Ama selam ve huzur da İslam’dır.
Yani teslim olana selam ve huzur da gelir, manasındadır.
- Muhammed’in edebi onu Necm Suresi ile şöyle anlatır: “Battığı zaman yıldıza and olsun ki, arkadaşınız Muhammed sapmadı ve batıla inanmadı; o arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. And olsun O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” Ondan Allah’ın manası tecelli etmektedir. Nur Suresi’nin manası, Peygamber’in içinde edeple tecellidir.
- Edep kesilmesi, her nereye baksa Hakk’ın birliğini görmesi demektir.
Mutasavvıflar bu makama vahdaniyet makamı
Vahdaniyet kesrette, yani çoklukta Hakk’ı görmek ve birlemek demektir.
La ilahe illallah, la mevcüde illallah halini alır.
Yani Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur.
- Celalle terbiye sıkıntı, bela veya bize bela gibi gözüken, aslında bela olmayan hadiselerle terbiyedir.
Celal Allah’ın iradesi ve lütfu demektir.
Yani Allah’ın adeta toprak üzerine zuhuru
Allah zuhur etti mi, irade etti mi toprak onu karşılarken deprem oluyor.
Yer yerinden oynuyor. Yer sarsıntıları oluyor.
Bu vücut toprağı da Allah’ın zuhurunu öyle bir karşılıyor ki, vücut içinde deprem oluyor. İşte buna celal diyoruz.
Cemal ise lütuf, yumuşaklık, güzellik ve lütuflara gark olmamız demek, cemaliyle bizi terbiye etmesi. Ama bu ikisi de terbiye için son derece gerekli.
- Çamaşırı temizlemek için önce suya batırır, ıslatırız.
Sonra kuruturuz.
Kurutacağımız bir şeyi niye ıslatıyoruz?
Niçin böyle bir temizlik yapma yoluna giriyoruz?
Çünkü başka türlü temizlenmiyor da ondan.
O halde Allah bizi sırf kurutsa, temizlenemeyiz.
Bazen ıslatır.
Yani bazen acılarla, ızdıraplarla, kötü muamelelerle, iftiralarla terbiye eder.
Ondan sonra onu güzel karşıladığımızda içimizde huzur oluşur.
İşte huzur da cemaldir.
Yani önce ıslatıp kurutur ki tertemiz olalım diye.
İşte bu muamele sonucunda insan, içindeki nefsani aşırı arzu ve isteklerini yumuşatıp, işe yarar faydalı bir hale geçiriyor ki lütfa uğruyor ve latif oluyor demektir.
- İnsan ya melek gibi cemal sıfatının ya da azap meleklerinin şeytan gibi celal sıfatının kendisinde tecelli ettiği bir varlıktır.
İnsan bu bütünü içinde toplayan, karşılıklı iki denizi birleştiren ve bu iki denizin birbirine taşmasını önleyen bir geçit varlıktır.
İnsan iç yönleriyle Rabb gibi, görünen yönleriyle kul olduğundan, o adam ve Hakk suretinden çıkarılmış bir nüshadır.
Rablık özelliklerini taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha iffetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi, özellikleriyle de ondan daha aşağı kılınmış bir yaratık yoktur.
O halde insanın içinde Allah’ın cemali sıfatları zuhur eder.
İnsan iki denizin kaynaşmaması gibi bir berzahta akıl berzahıyla ayrılan bu gönlü içindeki ve cemali ruhunu, celali nefsini bir arada taşır.
Biz ne celale kızmak, ne de cemalden aşırı hoşnut olmak durumundayız.
Öyleyse celali ve cemali bir bilme derecesine edep
- Cenab-ı Hakk’ın yaptığı her iş bir hikmete dayanır.
Her şeye yeteneği ölçüsünde tecelli etmek onun hikmetlerindendir.
Mesela o rahmet edilmesi gerekenden intikam almaz.
İntikam alması gerekene ise acımaz.
- Zıtlıklar bizi terbiye için dünyada vardır.
Kötünün terbiyesi iyi iledir.
İyinin terbiyesi kötü iledir.
Bu Allah’ın adaletinin ve yüceliğinin, güzelliğinin aşikâr oluşudur.
- “Ceza nedir?” derseniz; karşılık
Zaten insan önce dünyada cezalandırılıyor.
Çünkü zerre kadar hayır yapsan hayır bulacaksın, şer yaparsan şer bulacaksın.
Mutlaka bu dünyada yaşamak zorunda insan.
Yani cehennemini ve cennetini önce dünyada yaşıyor insan.
Zaten bu dünyada cenneti bulamayan öbür âlemde de bulamayacaktır, demektir.
- “Emmare” dediğimiz nefsin ilk mertebesinde, emir eden nefis için hakikati görmek mümkün değil.
- Allah öğrettiklerinden levh-i mahfuzumuzda anlamaya müsait olduklarımızdan sorumlu tutuyor bizi.
- Beddua, haşa, çok korkunç bir şeydir. Çünkü bu Allah’a akıl öğretmek gibi bir şeydir.
Allah’a sen bunu nasıl cezalandıracağını bilmiyorsun, ben sana öğreteyim demek gibi bir şeydir.
Haşa haddi fazlasıyla aşmaktır.
Beddua Allah’ın işine karışmanın en edepsiz şeklidir.
“Allah’ım, benim için hayırlı olanı nasip et.”
İşte duanın özü budur.
Dua Allah’la insan arasında ilişkiyi arttırmak için bir yoldur sadece.
Yoksa Allah’tan bir istekte bulunmak değildir.
Ha! “İste ki vereyim, dile ki vereyim” emri var.
Biz de kuluz. Tabii ki isteyeceğiz.
Kulluğumuzu hatırlatan bir şekilde istersek, o zaman duanın manası zuhur ediyor.
Yani “Hakkımda hayırlı olanı sen benden daha iyi bilirsin Allah’ım” demek, istemenin en güzel şeklidir.
- Tanrı kulunu severse onu bir belaya uğratır, sabrederse kendisi için seçer.
Şükrederse onu daha fazla beğenir ve ayırır. Şükür, kahrı lütuf şekline koyan bir panzehirdir.
- Her terbiyede sevginin ve yumuşaklığın kullanılması başarılı.
Musa’ya “Firavun’a iyi davran ki senin yoluna gelsin” diye hitap var.
Onun için yumuşaklıkla terbiye hoş bir yöntemdir.
Bizim kendi kendimizi terbiyemizde de, nefsin bütün isteklerini bir anda kesmek, bütün isteklerini bir anda yok etmek yanlış bir yöntemdir. “
Ana vanaları kesmeyin, küçük boruları kesin, o zaman kolaylıkla suyun gidişini ayarlayabilirsiniz.”
Nefsin aşırı isteklerini birden kesmeyin. Küçüklerden başlayın.
Mesela en kolay gelen ne? Yalan söylememek mi? Önce orayı bırakın.
Çünkü küçük gibi gözüken nefsani hatalar çok büyük neticelere sebebiyet verebilirler.
Nefse güzel davranmak, yumuşak muamele etmek ve vücudun da bir toprak olduğunu ve Allah’ın celalinin vücutta ne kadar sarsıcı, zelzeleler yaratıcı etkisi olduğunu da bilmek lazım.
- “Tevhidin hakikati sükûttur.”
Sükût iki türlüdür.
Dilin sükûtu ve gönlün sükûtu.
Dilin sükûtu, malayaniyi yani dedikoduyu, boş konuşmayı lüzumsuz lafları ki –çok yapıyoruz- terk etmek.
Gönlün sükutu “hamd” makamıdır.
Hamd çok yüce bir makamdır.
Hamd şükürden de öte bir makam.
Şükür, Allah’ın verdiği güzelliklere hal ve dil ile memnun olduğunu ifade etmektir.
Hamd ise sıkıntıya, belaya hepsine birden memnuniyet ifadesidir.
Onun için çok önemli bir makam.
- İnsanlar dillerini şikâyete alıştırdıkları zaman vücutlarının içinde daralma başlar.
Daralma ve sıkıntı başlar. Şikâyeti tamamen terk etmek lazım.
Zaten kimin şikâyetini yapacağız?
Allah’ı mı şikâyet edeceğiz?
- Dünyada olgunlaşmanın üç yolu var:
- Korkmamak,
- Gam çekmemek,
- Hiç vesveseli olmamak.
- Acz ve değersizlik, pişkin ve olgun olmamaktan ileri gelir.
- Fitne kelimesi belaların en büyüğüdür.
Fitne “Bakırı altından temizleyen ateş” demek.
O halde fitne belası bir yere geldiği zaman insanın gönlü altın mı, bakır mı olduğunu birbirinden ayırır.
Kömürle elmasın her ikisi de saf karbondur.
Birleşimleri tamamen aynıdır.
Elmas çok acı çeker.
Karbon, toprağın üzerinde hiç acı çekmeden oluşur.
Onun için simsiyah ve karadır.
Ama elmas diplerde senelerce, basınçlar, sıcaklıklar, ateşler altında yanar yanar tutuşur.
Ancak o kadar beladan sonra elmas haline, hiç yok olmayan haline geçer.
- Edep tevhid-i ef’alde kalmayıp, tevhid-i sıfat ve tevhid-i Zat’a gitmektir.
Tevhid-i ef’al, Allah’ı her yerde ve her fiilde görme derecesidir.
Bunun en üst derecesi şeytandır. Şeytan fiillerde Allah’ı görme derecesine ulaşmış bir varlıktır.
Fakat fiillerde Allah’ı görme derecesinde kalırsak, sıfatlarda ve Zat’ta Allah’ı görme derecesine ulaşamayız.
Dal isminin sahibi olan şeytan fiil tevhidinde olduğu için sıfat ve Zat’ı göremedi, Hakk’ın topraktan yaratılan Âdem’deki tecellisi nurunu hissedemedi.
- Günümüzde de Allah’ın isim ve sıfatlarını taşıyan insan-ı kâmiller vardır.
Onlar kendilerini böbürlenerek belli etmezler.
Onlar edep ehlidir.
“Ama onların büyüklüğünü ve bizden farklılığını kabul etmeyenler de şeytan makamındadır.”
- En kulsan, en yoksan, en hiçsen Hakk o kadar sende tecelli eder.
Eğer zerre kadar varlık varsa, Hakk bizde tecelli edemez.
- Allah insanı, iyiyi ve kötüyü seçmesi konusunda özgür bırakmıştır.
Çünkü Allah’ın insana güveni vardır. Allah insana güvenir ve bu özgür bırakışı bu güvene dayanır.
İşte bu özgür bırakışa biz cüz’i irade
Yani hareket tarzımıza göre seçme kabiliyetine cüz’i irade diyoruz.
Hüküm kazadır, hükmün zuhuru kaderdir.
Sonuçta o hükmün meydana gelişine yine kaza denir.
- Allah “İnsanı Rahman sureti üzerine yarattım” buyuruyor.
Kendi suretim üzere yarattım ’ın bir manası; “Muhammed ismi sureti üzere yarattım” demektir.
Muhammed’in ism-i şerifi bile insanın görünüşüdür.
Bakın Mim harfi başı, Ha harfi vücudu – yani eski Türkçe yazılışına göre söylüyorum – Mim harfi karın bölgesi, Dal harfi bacaklarını oluşturur. Yani insan sureti, Muhammed ismi üzere yaratılmıştır.
Muhammed’in manası yakın, en yakınım demektir.
O halde insan Allah’ın en yakınıdır.
“Ben ondan görünüyorum” anlamında söylemiş.
Bütün melaikeye Allah hitap edin “Âdem’in önünde secde edin,” demiştir.
O zaman melaikenin bir kısmı söze uymuş ve hemen secde etmiştir. Bu namazdaki ilk secdenin manasıdır.
Tekrar başlarını secdeden kaldırınca bu sefer Âdem’de Allah’ın nurunu gördüler, emredilmeden secdeye kapandılar. Bu da namazdaki ikinci secdenin manasıdır. Bir kısım melekler hiç secde etmediler. Bunlar şeytan taifesidir.
Bir kısmı birinci secdeyi yaptı, fakat nuru göremediği için ikinci secdeyi yapamadı.
Bunlar sadece işin şeriatında kalıp, şeklinde kalıp, manaya ulaşamayan kişilerdir.
Üçüncü bir grup var ki, ilk secdeyi yapmamış yani emirlere uymamış.
Fakat Allah’ın lütfuyla nuru görüp ikinci secdeye varmış kişiler.
Bunlar Allah’ın manasına sonunda eren kişilerdir.
Ama evliya ve Allah sevgilileri iki secdeyi birden yapanlardır.
- Edep hiçbir surette kendine vücut vermemektir. Kendinde varlık görmemektir.
Allah’a giden bütün yollardan maksat edeptir.
“Edep nur-i ilaheden bir taçtır, onu başına giy nereye gideceksen git,” diyor sultanlar.
- “Bana bunu Ahmet yaptı, Mehmet işledi” yahut “Ayşe beni üzdü” demektense, “Allah beni böyle bir muameleye maruz kıldı. Gariban birisi de –zavallı- arada aracı oldu, diyebilmek, insanın huzura ermesi demektir.
- İbadetten maksat huzurdur, huzurdan maksat ise edep
Yani ibadet huzur sağlıyorsa ibadettir, huzura eriştirmek için bir ibadettir.
Kimseyi incitmemek, incinmemek edebin manasının içindedir.
- Hakiki ibadet Allah için yapılan her şey demektir.
Çünkü her şey Allah için yapılırsa, sonuçta bizi huzura götürür.
“La ilahe illallah” demek için esma-ül hüsnayı tasdik etmek
- Zahiri edep; hakikaten yaptığın ibadetin içinde Allah’ı bulmaktır. Huzura kavuşmaktır.
Batıni edep, içinde ve gönlünde daima her şeyde Allah’la olma derecesine ermek
- Edebin manası Allah’ın bizle irtibatını sağlamaktır.
Bir manası da olgunlaşmak için vaktimizi beklemektir. Ama için özü kulluktur.
Cüzi ve külli her şeyi terk etmektir.
- Kulluk, kardeşlerine karşı nefsinde üstünlük ve imtiyaz tanımamaktır.
Kulluk, insan için tanınan sınırda durmaktır.
Kulluk, ilahi kaderler karşısında Allah’tan korkup teslim olmaktır.
- Kendini beğenmek belasına sakın düşme, kibirlenme, böbürlenme.
Çünkü bu gibi vasıflar kişiyi helaka sürükler.
Çünkü halkı hakir, kendini büyük görenlerin Allah’a giden yolları kapalıdır.
Biz hepimiz birer miskiniz.
Başlangıcımız murdar bir su, sonumuz ise kokmuş bir leş.
İnsan vücuduna şeref kazandıran hiç şüphe yok ki, akıl cevheri
Nefsi kıskıvrak bağlayan da akıl cevheridir.
- İnsan vücudu içerisinde Rabb sıfatı taşıyan ruh ve nefis Ve bu ikisi arasında irtibatı sağlayan ancak akıldır.
Ama aklın aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Işık olmadan göremez, mahlûktur.
Çünkü zıddiyet üzerine çalışır ve ışığa ihtiyacı vardır.
İşte bu nur, bu ışık, kalbin üzerine vuran Allah’ın nurudur ki, öğretmenler vasıtasıyla sağlanır.
Bu nur kalbin üzerine burduğu zaman, bu kalbe gönül adı verilir.
Gönül aklı aydınlatmaya başlar. Akıl o zaman nefsin yaptığı çirkin hareketlerden rahatsız olmaya başlar.
Ve nefsi uyarır. Nefis, akıl yardımıyla uyarılınca kendi hakikatini ve hiçliğini hissetmeye başlar.
O zaman vücut içerisinde kendisinden daha güçlü, daha kuvvetli, daha manalı bir şey arar.
Ruhu bulur, ruhu keşfeder. Daha doğrusu “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadis-i şerifi gerçekleşir.
Kendi nefsini bilen, yani nefsinin hiçliğini, yokluğunu idrak eden kişi Rabb makamındaki ruhu keşfeder.
Keşfetmekle de kalmaz. Yavaş yavaş aşık olur.
Aşık olunca da nefis, aşık olduğu şeyde yok olmak ister. Ruhta yok olur.
“Nefs iken adı, Barik Allah oldu Ruh” tecellisi ile, yani tekamül ederek, ruha karıştı.
Nefs aslında ölmez, fakat ruha katılır.
- Eğer bir akıl, nefsi kayıt altına almıyorsa ona akıl denmez.
Akıl ancak nefsani arzuları kayıt altına aldığı sürece itibar görür.
Akıl zuhur ettiği zaman kişi hudut koymaktan vazgeçer.
“Biliyorum bildim öğrendim, her şeyi ben biliyorum, ben yaparım, ben ederim” demekten vazgeçer.
Akıl cevheriyle süslenen kişide akıl en üstün dereceyi kazanır.
Ne var ki kişi yine de tevazudan vazgeçmemek zorunda.
İlk yaradılışını ve son gideceği yeri daima düşünmek zorunda.
Bu ikisi arasında itidalden ayrılmamak zorunda.
- Her halükarda, gerek ibadet esnasında gerekse diğer hallerde hem bedenen hem ruhen temiz ve nezih ol.
Allah’a dininin yalnız bir tarafından ibadet etme.
Rabbine ihlasla ve şevkle kulluk et.
Ona hiçbir şeyde ortak koşma yalnız ondan yardım iste, ondan medet bekle.
Rabbinin senin hakkındaki hükmünü sabırla karşıla.
Onun rahmetinden sakın ümidini kesme.
- Peygamber “La rahate fi’d dünya’ (dünyada rahat yoktur)
Dünyada rahat bekleyen rahat bulamaz.
Sen gece gündüz sırf dünya zevki için çalışıyorsan en büyük aptallıktır.
- Kaza, levh-i mahfuzda külli olarak özetlenmiş durumdur.
Yani kaza denen şey bizim levh-i mahfuzumuza; mahfuz olan levhimize Allah’ın kalemiyle yazılmış ve asla değişmeyen özellikler ve güzelliklerdir.
Bunlar bizim tohumumuzun, özümüzün açığa çıkması için Allah tarafından amel defterimize kaydedilir. Asla değişmez.
Bunun vukua gelmesi için bu hüküm insanın istidat ve yapısına göre varlık bulması için bir kader yaşanır.
Yani kader bizim levh-i mahfuzumuzda yazılı hükmün istidadımıza göre yaşanma şeklidir.
Bunun sonucunda başımıza gelen olaya da ilk hüküm olan kazanın vukua gelmesi
- Adem’in levh-i muhafuzunda Allah’ın zatının, Allah’ın manasının Hz. Adem’de tecelli edeceği zaten yazılıydı.
Yani Hz. Adem’i yaratırken Allah kendi manasının onda zuhur edeceğini levh-i mahfuzuna yazmıştı.
Ama kıaderinde Allah’ın sözüne karşı çıkmak vardı.
Neden?
Çünkü onun Zat tecellisine mazhar olabilmesi için hata yapması gerekiyordu.
- Hüküm
Kader hata yapmasıdır.
Fakat hata sonucunda yokluğunu ve hiçliğini hissettiği için kaza yine zuhura gelmiştir.
Allah ondan tecelli etmiştir.
Adem kıssası kaza ve kader anlatımının en önemli noktasıdır.
Adem kendi hiçliğini yokluğunu hata yaparak hissetti.
Nereden biliyoruz? Şu konuşmadan biliyoruz.
Allah Şeytan’a dedi ki: “Adem’e secde et”.
Şeytan dedi ki: “ben ona secde etmem. Çünkü o hiçtir, topraktan yaratılmıştır. Ben ise ateşim, varlığım”.
Onun üzerine Allah Adem’e döndü.
“Sen niye hata yaptın ya Adem? Sana hatayı yaptıran ben değil miyim?
Bak Şeytan diyor ki, sen isteseydin beni Adem’in önünde secde ettirirdin.
Ama ettirmediğine göre, bana, ‘secde etmem’ dedirttiğine göre kabahat sende Allah’ım, diyor.
“Ya Adem , sen ise ben hata yaptım, diye gözyaşı döküyorsun. O halde sen idrak edemiyor musun ki”.
Orada Hz. Adem buyurdu ki; “ben sınırlıyım Allah’ım! Ben hiçim Allah’ım!
Sen bile benden tecelli etmeye kalksan, benim sınırlı varlığımda hatayla tecelli edersin.
O halde ben hata yapabilenim. Sen ise bütün hatalardan münezzehsin. Ben kendi hatamı sana affedemem”.
O zaman Allah onun bu cüzi iradesi karşısında onu peygamber kıldı.
Onu kendi vasfıyla vasıflandırdı.
Demek ki gayret ve cüzi irade insanın Allah önünde hiçliğini bilmesini sağlar ki, işte bu da Allah’ın o insanda tecelli etmesine sebebiyet verir. Yalnız iki peygamberde Allah Zat’ıyla tecelli etmiştir”.
Adem’de “ben hiçim!” dediği için Allah onda tam tecelli etti.
Hz. Muhammed’de de “ben hiçim!” dediği için Allah onda tam tecelli etti.
- Evet kaza ve kaderden kaçınılmaz ama kader istidadımıza göre zuhur ediyor.
İşte o istidadı geliştirmek için peygamberler
Kazası bellidir ama istidat kazanın şeklini değiştiriyor.
Bir insana kimya bilgisi, fiziği öğretmek için öğretmene ihtiyaç vardır.
İşte mürşid-i kamil de böyledir.
İnsana kendi içinde ki güzellikleri, istidadını gösterir.
Bu yönde ise, negatif yönde ki istidadını da ona aşikar eder.
Dolayısıyla kaza ve kaderin vukuundaki en büyük rol, mürşid-i kamilin oynadığı roldür.
- Allah’a teslim olmanın yolu her konuda kendimizden üstüne teslim olmaktan geçer.
Çünkü Hakk halktır, halkta Hakk’tır.
Başka bir şey yok.
- Katalizör demek, bir reaksiyon sırasında iki madde birleşirken reaksiyona girmeden, reaksiyonu hızlandıran ve oluşumunu sağlayan üçüncü madde demektir. İşte bu iki maddeyi insan ve içi olarak düşünelim.
İnsanın kendi içiyle olan reaksiyonunda kendisi bazen katılarak, bazen hiç katılmadan uzaktan bakarak, o reaksiyonu hızlandıran insan, kendi içini gösteren, kendi yapısı içinde ilerlemesini sağlayan mana; mürşid-i kamildir.
Kimyada katalizör, manada da Allah sevgilisi
- Bugünkü halkın anladığı şeriat yanlış bir şeriat kelimesidir.
Şeriat demek, Allah’ın emrettiği, Allah’ın bizim iyiliğimiz için “yap” dediklerini yapmaktır.
Allah’ın dünyayı idame ettirebilmek, dünyada yaşayabilmemiz için bize öğrettiği ilme şeriat ilmi
Bu şeriat ilminin içine fizik de, kimya da, matematik de, biyoloji de hepsi girer.
- Namazdaki iki secdenin manası şudur.
Bir, Allah emretti.
Ben yoklukta tescelli ettim, diyor Allah.
Allah’ın kaza ve kader anlayışı bu.
Allah yokta tecelli
Yok ne?
Toprak!
Toprak yoktur, yok olmaya mahkûmdur.
Toprak yokluğun temsilcisidir.
Yokluğa nurunu vuruyor.
Topraktan yarattığı Âdem’e Allah kendi nurunu vurdu.
Karşılığında ne oldu?
Melekler dedi ki; “bana değil, benim tecelli ettiğim yokluğa secde edin”.
Kendinden çok, kendi yarattığında onun manasını görene secdeyi emrediyor.
İnsan-ı kamile, devrin Âdem’ine secdeyi emrediyor;
“Eşhedü en la ilahe illallah demekle Müslüman olunmaz. “Muhammenden Resulullah” da demek lazım.
Hz. Muhammed secde etmeden Allah’ın manası anlaşılmaz.
“Âdem’e secde edin” emri geldi.
Melekler ve bir kısım ruhlar, emirle Âdem’e secde ederken, bir kısım ruhlar Âdem’e secde etmedi.
Bu defa secde eden ruhların bir kısmı başını kaldırdı, ayet-i kerimede buyurduğu gibi, Âdem’in alnındaki Allah’ın manası ve nurunu gördü. O nurun önünde ikinci secdeyi yaptı.
Birinci secde emir secdesidir. Buna şeriat denir.
Aslında şeriatın manası bu emir demektir, şeriatı biz yanlış anlıyoruz.
Doğru kullanırsak şeriat, Allah’la irtibat kurmak için Allah’ın “bana yaklaşın” dediği şeylerdir.
- Birinci secdeyi yapanların hepsi şeriata, emre uyarak yapıtılar.
Şeriatçıların bir kısmı manayı göremediler.
İkinci secdeyi yapamadılar.
Birinci ve ikinci secdeyi yapan, hem şeriata uyan hem de hakikatin manasına erenler oldu.
Onlar nuru gördüler, bildiler, bilerek secde ettiler.
Buna tasavvufta, hakikat ve marifet derecesi
Birinci secdeyi yapmayıp, Âdem’e Allah’ın nurunu görüp ikinci secdeyi yapanlar, Allah’ın şeriatına uymadıkları halde Allah tarafından inayete uğrayıp, kendi manasını onlara gösterdiği özel ruhlardır.
- Hata yapacaksın.
Hata olduğunu idrak edeceksin.
Allah için vazgeçeceksin.
İşte bu o kadar kıymetli ki Allah ininde…
Çünkü burada bir mücadele var.
Allah bu mücadeleyi, bu gayreti, kendi için yapılan bu gayreti çok seviyor.
Bu tıpkı şuna benziyor: iki kişi “seni seviyorum” der birbirine ama hiçbir fedakârlık yapmaz.
Buna aşk denir mi sizce?
O halde “seviyorum Allah’ım” demekle olmuyor.
Sevdiğin için ne veriyorsun, ne feda ediyorsun?
Korkuyor musun sevdiğini kaybetmekten?
Şimdi bunları sağlamak lazım.
- Güneş doğunca herkese aynı şekilde parlar.
Bazısına parlayıp bazısına parlamamak seçeneği yoktur.
Ama bazısını olgunlaştırır, bazısını yakar.
Demek ki istidat ve meylimize göre Allah’ın mana güneşi doğduğu zaman bazımızı olgunlaştırıyor, bazımızı yakıyor.
Bu bizim istidadımıza göredir.
- Aşk dürür insanları şeyda kılar.
Aşk dürür insanaları rüsva kılar.
Aşk aynı aşktır, aynı ateştir.
Ama kimine çarpar onu üstün yapar, kimine çarpar onun şehvetini arttırır.
Onu yerden yere vurur.
- Said, Allah sevgilisi demek.
Allah’ın cemaline ulaşmak için mücadele eden, Allah’ın onlardan tecelli ettiği insanlar demektir.
Şaki de “mühürlü” demektir.
Yani Allah ben bu insandan zerre halinde tecelli ediyorum, bütünümle etmiyorum diyor.
Bu da saidleri ortaya çıkarmak için dünyada vardır.
- Allah yarattıklarının istidatlarının gerektirdiklerini, arzuladıklarını verir.
Kaderinde hangi ismin zuhuru ona uymuşsa onu takdir eder.
İnsan menisinde insan cisim ve ruhu, insan istidadı ve davranışları yazılmış olup insan kendi cisim ve ruhunun varolmasında mecburdur. Kader o kazanın vuku bulmasıdır. Ama kaderin şekli bizim elimizdedir.
- Başımıza gelen hadiseler bizim iç kristalize yapımızı değiştirir.
Karbonken, kömürken bizi elmas kılarlar.
Ben, “hayır acı çekmeyeceğim bu dünyada!” diye üstte kalırsak, aynı manada kömür olur, kalırız.
Çok acı çekmeye razı olup, acıyı acı olarak görmemeye, acıyı sevgilinin bir belirtisi olarak görmeye başlarsak, acıyı talep edelim demiyorum- acı gelince, sıkıntı gelince, “çok şükür sevgilimden geliyor, beni farklı gördü, beni sevdi” diye bakarsak, işte o zaman, bizi elmas kılan güzelliktir.
- Tevhid idrakla varılan bir mesafedir.
Her şeyde ve her yerde Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını görebilme derecesine erebilmektir.
İnsan öyle bir ilme sahip oluyor ki, eşyada Allah’ın tecellisini görüyor.
Allah’ı demedim dikkat ederseniz- yüce tecelliyi görüp idrak etmek, her şeyde ondan bir eser olduğunu hissederek her şeyi sevebilme kabiliyetidir.
Ezel ve ebed tevhidle başlıyor.
Yani birden geliyoruz, birden zuhur ediyoruz.
Tıpkı Lavoisier’in sonra ilimde bulduğu kanunda olduğu gibi;
“Hiçbir şey yoktan var olmaz, varken de yok olmaz” yani bir’den gelir bir’e gider.
- Tevhid “Hayy’dan gelip Hü” ya gitmektir.
Her nefeste Allah bize “ben varım” der, yani “hayy” der ve bizi diriltir, eğer nefesi doğru kullanır da Hü’ya , tekrar o güzele gönderebilirsek, işe yararsak, bir an Hü’dan gelip Hü’ya gider.
Tevhidden gelip tevhide gider, birlikten gelir birliğe gider.
Aslında kötü ve iyi aynıdır.
- Celal ve cemal Allah’ın çeşitli aynalardan görünümüdür.
Belki de iyi ve kötü yok, güzel ve çirkin yok.
Bunlar derece veya doz farkıdır.
Hani lunaparkta aynaların önüne gider dururuz.
Kimisi bizi şişman, kimisi ters yüz, kimisi incecik gösterir.
Aslında orta da ki kişi hep aynı kişidir, ama akisler aynanın yapısına göre farklılık gösterir.
İşte dünya tamamen bunun gibidir.
Allah’ın çeşitli aynalardan görünümü gibi.
Tabii yaradılış sebebimizde o muazzam güzelliğin o aynadaki aksini görme ihtiyacındandır.
- Bütün insanlar sadece “La İlahe İllallah’ın sırrı”nı anlayabilmek için bu dünyaya gelirler.
Dünya halk ve Hakk olmak üzere iki gruptan oluşur.
Halk henüz kendi hakkı olan sırrını bulmak için mücadele halindedir.
Yani kendi ezelde nasibi olan levh-i mahfuzuna ulaşmak için bilerek veya bilmeyerek mücadele halindedir.
Sonra bu mücadele esnasında halk “L” sini “La” eder, yani yok olur.
Yani L makamında olan anefsini terbiye eder, aşırı istek ve arzularını yok eder.
O zaman Hakk olur , yani özüne varır, haklılık zuhur eder, Hakk haline geçer.
İşte ”La ilahe illallah” iki grubu anlatır.
“La” ; yok et.
Neyini?
İlah olan kısmını, nefsinin kendine tapan kısmını yok et, la et.
O zaman senden Hakk zuhur eder.
“La ilahe” dersen , ben ilah değilmişim dersen “illa Allah” olursun.
“Senden Allah zuhur eder” diyor, yalnız Allah.
Eğer her görünende bu hali temaşa edersen, şahadet ederim ki, görüyorum ki, kendi varlığını nefsinden temizleyenden Allah tecelli eder, demiş olursun.
İşte şehadetin esası budur.
Şehadet tevhide gitmek için tek yoldur.
- İnsanda nefis var, ruh var, akıl var, kalp
İnsan bu dört bölümden oluşmuştur.
Ruh, Allah’ın sırrıdır.
Mahluk değildir.
Halikten zuhurdur.
Nefs mahlûktur, kuldur.
Yani “ben” diyen kısımdır.
Toprağın zuhurudur.
Gene o da Allah’tan, nefs-i külden gelmiştir ama bölünmüştür.
Toprağın hâkimiyetine girmiştir.
Şehvetler, kinler, arzular, istekler nefiste toplanmıştır.
Şimdi nefis vücutta canlı iken, aklı nefis yönlendiriyorken kinler nefretler yönetiyorken aklı;
işte hayvani can var vücudun içinde deriz.
Hayvani canımız hâkim deriz.
Ne zaman ki, kalp, gönül adını alır.
Bu nur, ışık gibi aklın üstüne düşer.
Aklın üstüne düşünce, akıl nefse “bunca yıldır beni idare ettin ama sen yok olmaya mahkûmsun.
Sen fanisin, halbuki vücut içinde birde baki kılacak olan ruh var.
O daha haklı, sen biraz kendinle mücadele et” der.
O zaman aklın yardımıyla aşırı çirkinliklerinin başını kesmeye başlar.
Burada en büyük yardımcısı aşktır.
Ne zaman ki nefis hiçliğini, yokluğunu, kulluğunu anlar, o zaman ruh , vücut içinde hakimiyet kurar.
- Nefsini bilen, yani hiçliğini bilen o zaman ruhunu Rabb, yani öğretici makamına sokar.
Aslında bütün alışveriş insanın kendi içindedir.
Kulluğunu idrak eden “ ben acizmişim, bir şey bilmiyormuşum, herkesin benden daha üstün vasfı varmış” diyebilen insan, ruhunun Rabblığını, öğreticiliği altına girer ve terbiye olmaya başlar.
- Küfürle imanı ayırt etmek kâfirliktir.
Çünkü birlik içinde Musa birdir, Firavun da birdir, ikisi de Allah’ın manasının çeşitli akislerden zuhurudur.
Ancak kâfirle mümini ayırt etmemekte kâfirliktir.”
O halde kâfire itiraz edeceğiz ama itirazımız ahlaki ölçülerde olacak.
Kırmadan, sinirlenmeden ve onu küfre götürmeden.
Üçüncü itirazdan sonra adam hala fikrini değiştirmemişse, o zaman ‘değiştirmesi için henüz vakit gelmemiştir’ diyerek, kendimizi oradan uzaklaştıracağız.
- Hallac-ı Mansur, Bayezid-i Bestami gibi büyük ehlullah diyorlar ki “ben Hakk’ım”
“Enel Hakk”
“Ben Allah’ım” demiyor.
“Ben hakikatime erdim, Hakk oldum, haklığım zuhur etti” diyor.
Çünkü Allah’ın benden istediği buydu; nefsimle mücadele ettim, kulluğumu bağırdım, çağırdım, söyledim.
Yani “ben Hakk’ım” derken, “ben kulum” diyor.
Bu bir alçakgönüllülüktür, asla kibir değil.
Yani “ben Allah’m” dememiştir.
Haklılık demek, “Haklı oldum, ben nefsimle mücadele ettim, keşke herkes benim gibi yapabilse” demektir.
- Tevhid ehli iki türlü sukut ehlidir.
Hem ağzıyla susar.
Hem gönülle kimse ona dedikodu ettirmez, kimse aleyhte konuşturamaz, kimse iddia sahibi edemez.
- Allah “yalnız insan cemalim ve celalimle yarattım“ diyor.
Bazı insanda yalnız celali zuhur ediyor, “ben Allah’ım” diyor Firavun gibi.
Bazı insanda cemali zuhur ediyor, “ben kulum” diyor Hz. Peygamber gibi; “seni layıkıyla bilemedim Allah’ım” diyor.
İşte celali ve cemali, ikisinin de zuhur ettiği yer olduğu için insan çok önemlidir.
Allah celal ve cemalini bütünleyip, cemaliyle celalini örten, kendine benzeyen kullar istiyor ve buna kemal sahibi diyor. Rahmetiyle gazabını örtmüş, kemal sahibi, güzel iyi huylu kullar istiyor.
İşte onun için ilah istemiyor, ilahlık iddiasında insan istemiyor.
Cemal ve celal insanın içinde birleştiği zaman kemal zuhur ediyor.
- İnsanın ilerleyebilmesi için önce ahmaklıktan kurtulması gerekiyor.
Ahmaklık her şey önünde aşikar olduğu halde yaradılışın sebebinden ve Allah’ın varlığından haberdar olmamak demektir.
Bu haberdarlık insana değişik bi gözlük taktırır, bu gözlüğe sahip olmayan bir insanın, yani gönül gözü açık olmayan bir insanın, yani gönül gözü açık olmayan bir insanın tavrına ahmaklık denir.
- Eşyayı eşya olarak görüyorsak, o zaman kâfiriz yani ikiliyoruz.
Bir eşya var, bir de Allah var; eşyada ki Allah’ı görebiliyorsan; “bu zavallıda Allah’ın celali tecelli etmiş kızmayayım”
“Bu zavallıda Allah’ın güzelliği tecelli etmiş, çok memnun olayım” diyebiliyorsan yani resimle değil ressamıyla meşgul isen, o zaman tevhid ehlisin
Kendinde tecelli eden Allah olduğuna göre neyinle kibirleneceksin?
Topraktan yaratılmışsın.
Toprağa gideceksin.
Geçmişin bir pis mundar su, geleceğin bir leş.
Hangi şeyinle övüneceksin?
- İnsanı tevhide gitmekten alıkoyan üç şey vardır:
- Ahmaklık,
- Cimrilik,
- Kibir, kendini put olarak görmektir.
- Kur’an-ı Kerim insana cimriliği yasaklıyor.
Cimrilik vermemek, yani malından mülkünden vermemek değil, onlar zaten vazifemiz…
Fakirin paramız üzerinde hakkı var, onu zaten vermek mecburiyetindeyiz.
Ayrıca bizi vermeye zorlayan kişinin elini bırakıp ayağını öpmeliyiz.
Çünkü her yaptığımız yardım, Allah’tan bize “seni seviyorum” hitabıdır.
Onun için o şart. Ama asıl cimrilik kötü huyları vermemek
Kötü huyları kendimize saklayıp biriktirmek demektir.
O halde, toprak gibi tevazu sahibi olmak, güneş gibi verebilmektir.
Toprağın üstüne pisliyorlar, ölü gömüyorlar, her dakika basıyoruz; o yine bize yeşillikler veriyor.
Yiyeceklerimiz oradan zuhur ediyor ve öldüğümüzde bizi kucaklayıp kabul ediyor.
İşte böyle mütevazı olabilmek ve güneş viraneye de saraya da aynı şiddetle ışınını veriri.
Ama güzel olan taraf virane yıkık dökük olduğu için bu ışınlardan daha çabuk yararlanır, saray çok kuvvetli ve kibirli olduğu için ışınları alacak gücü çok fazla yoktur.
- Ali her yerde Allah’ın manasını görmeyi, yani tevhidi bize öğretmiştir.
Tevhidin olabilmesi içinde gönül evinde insanın, aşırılıklarını, putlarını, tutkularını yok etmesi gerekir.
İşte bu hal, insan-ı kâmilin yardımıyla olur.
Kamil insan Allah’ın manası olan nurunu gönlümüz içine aksettirir; o nur, kalp denen et parçasını gönül haline geçirir ve o gönül ışıklanınca aklı harekete geçirir ve hiçliğini idrak eden nefse itibar kalkar, var olan ruhla irtibat artar. Ruh aşikâr olunca vücudu terbiye etmeye başlar. İşte bu terbiye ediş, insan gönlü içinde ilkbaharı uyandırır ve o zaman huzurlu insanlar zuhur eder. Allah’ın “istedim ki bilineyim” sözüyle kendinden aksettirdiği güzelliklerin tümüne hakikat-ı Muhammedi denir. Levh-i mahfuzları (her yaratılmışın Allah’ın hakikatinden taşıdığı isim ve sıfatlarda belirginleşen özü, varlık sebebi) bulunur.
- İnsan-ı Kamil herkeste Allah’ı görme derecesidir.
Hilim, yumuşaklık, kibarlık, sevgi kılıçlarıyla nefsinin aşırılıklarını yok etmiş, insan-ı kâmil.
Celali olan insan-ı kâmillerde var tabii.
Onların celalleri, daha çok, insanların gönüllerine ilmi aksettirmek için kullanılmış.
Kırmak ve üzmek için değil.
Onun için insan-ı kâmil görmek, tanımak çok büyük lütuftur.
O halde tevhidin yolu önce kendi içimizde tevhidi sağlamaktan geçiyor.
Nefsimizle ruhumuz arasındaki kavgaya son vermekten geçiyor.
- Kün “ol” demektir.
Kün, kaf ile nün’un birleşmesidir.
Kaf, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarıdır.
İnsan-ı kâmili ortaya çıkarmak, aşikar etmek için üzerine nur vurulmuştur.
Allah’ın nuru onun üzerinden vurunca “kün” emri, “ol” emri gelmiştir.
Ol emri yalnız isim ve sıfatların tümünü taşıyan kişiler içindir yani Nur Dağ’ında (Hira Mağarası) zuhur eden Peygamberlik gibi Hz. Muhammed ve onun varisleri içindir.
Bizler ise hakikatte, yaşayan insanlar değiliz, bizler ölüleriz.
Kısa devrelerde yaşıyoruz, ne zaman ki buz güzelliklerle irtibat kurarsak, o zaman canlanıyoruz.
Kün oluyoruz.
- İnsanın tek düşmanı nefsidir, dışarıdaki düşmandan insana zarar gelmez.
Eğer imanı çok kuvvetli ve muhkemse hürüdür insan.
Onu hiçbir şey esir edemez.
- İnsan-ı kâmil, tevhit ehli olursa görecek bir kusur bulamaz.
Her şeydeki güzelliği görür, her şeyden bir güzellik çıkarır.
- Allah’a ermenin hikmetini yaşamak istiyorsan çalışman, namaz kılıp, infak etmen
Tevekkül, çalıştıktan sonra insanın başvuracağı yoldur.
İşte bu tür hareketler insanı cennete götürür.
- Sadece insanda Rabblık ve kulluk vardır.
İnsan Rabb makamında olan ruhuyla, kul makamında olan nefsini bir arada taşır.
Yani celali ve cemaliyle insanda Allah’ın kemali tecelli eder.
- Allah mutlak güzelliktir.
O halde bu güzelliğin insanlardaki aksini seyretmek neden günah olsun?
Her güzellik Allah’ın güzelliğine bir delildir.
Böyle bakan içinde onun temaşası onu seyredilmesi ibadettir.
Demek ki bu âlemde abes yok.
Tezatların bir araya gelmesiyle zevk hâsıl oluyor.
- Hastalık Allah’ın insana gönderdiği misafirdir.
Bu hakikati bilenler misafire şikâyet etmeyerek, hürmet ederler.
Bu her yerde ve her şeyde Hakk’ın tecellisine görüş ve suretle Allah’ın cemalini temaşa ediş çok hoş bir şeydir.
Biz münkirde de ilahi saltanatı seyredelim.
Yani ateistte, inkâr edende de güzelliği görelim.
Çünkü Hz. Mevlana diyor ki; “bir şeyin ispatı için iki zıt fikre ihtiyaç vardır.”
İkilik olmazsa birliğin ispatı mümkün değildir.
- Harika bir malikâne düşünelim, bu malikâne içinde bir tuvalete ihtiyaç var.
Bir süre sonra tuvaleti olmayan bir ev insana cehennem gibi gelmeye başlar.
O halde tek başına o tuvalet ne kadar pistir ve korkunç bir yerdir ama malikâne içinde ne kadar güzellik arz eder.
Bütünü görmeye başlarsak, yani tevhide yönelirsek; kendimizi adam edip etraftaki insanları sevmeye başlarsak, o zaman her şeydeki güzelliği de keşfetme kabiliyetine sahip oluruz.
Bütün görünen âlem Hakk’ın türlü türlü tecellisinden ibarettir.
Kul âşık, Hakk maşuktur. Daha doğrusu Allah naz makamıdır.
- Yüksek ve olgun kimselerin tevhidi kâinatta Allah’tan başka bir şey görmemek, muamelesini yalnız onunla yaptığını bilmek ve yalnız Allah’la beraber olmaktır.
Namaz, tevhidin gösteriliş şeklidir.
Başımıza hadiseler geldiğinde itirazsız secde ederek kabul etmek, rıza makamına ermek çok yüce bir makamdır.
Bu makam insanı tevhide götürür.
Biz şükür etmeyi bilir, her şeydeki güzelliği görürsek, o zaman Allah da bizden razı olur.
Allah’ın bizden memnun olmasını sağlamak için hizmet ehli olmak lazım.
Halk için çalışmak lazım.
Hizmet ehli olan, yüzleri nurlu huzurlu insanlardır.
- Cennetin kapısını açan, sadece ve sadece tevhittir.
Tevhid için de anı değerlendirmek, Hayy ’ı Hu ’ya götürmek
An, Hayy’la gelir, Hu ‘ya gider.
Yani Hayy’la her an diriliriz ve eğer doğru yaşıyorsak yarının endişesi olmadan, insanlara hizmetle, Allah’ı memnun ederek yaşıyorsak, o nefesi Hu ‘ya, yani sahibine yollarız.
Cennet kapıcısının adı Rıdvan, Cehennemin kapıcısının adı da Malik’tir.
Mümin kişi kalbini himmet yönünden, aklını da hikmet yani her şeyde Allah’a götürücü şekilde kullanmalıdır.
Mümin kişi kalbini, kalp denilen et parçasını Allah’ın inayet ve lütfu olan nura açmalı.
İrtibat kurmalı ki, Allah ona himmet etsin.
Manasından ışık gönderebilirsin.
Kişi aklını, hikmete doğru yönlendirebilmeli.
Gerçek akıl hikmete, yani her şeyde Allah’ı görebilme derecesine, yani tevhide eren akıldır.
- İhlas nedir?
Yaptığı hiçbir işin kendine ait olmadığını bilerek korkusuzca yapmaktır.
İhlasta ki en üst derece Hz. Ali derecesidir.
İhlas derecelerin en üstüdür.
İhlasla hareket etme başlarsa huzurda da başlıyor.
Görerek iman, daha üst bir imandır.
- İbadetin bir baş tacı vardır: Namaz.
İbadet, “ben seninleydim” hal ve hareketlerin tümüdür.
İnsanın sevgilisiyle bir ve beraber olmak istediğinden doğan bir hal bu.
Takvanın, ibadetin şekli kısmı, insanın önce Allah’ın “yapma” dediği haram denen şeylerden uzaklaştırır.
- Mevlana “Fihi Ma-Fih” de diyor ki; bal küpünün içine arıyı batır, artık arının kendine ait hiçbir hareketi kalmaz.
Hareketi balın hareketiyledir.
O halde, hareket eden baldır, arı değil.
Ama ortada bir arı vardır.
Hatta balın ağırlığı kadar artmıştır.
Ama hareket eden baldır.
İşte insan bu hale gelir.
Ondan konuşan Hakk, ondan gören Hakk , ondan iş yapan Hakk olur.
Fakat dikkat ederseniz, bu hale gelebilmek için kullukla başladı işe, yoklukla başladı.
İşte namaz tüm bu hareketlerin hal diliyle Allah’a “seni seviyorum” hitabıdır ve tüm bu hareketlerin içinde kurban , tevhit, miraç, zekat, halin zekati, vaktin zekati; aklınıza gelecek bütün ibadetler gizlenmiştir.
Onun için namaz ibadetlerin en önemlisidir.
- Azaların günahlarını temizlemek için yapılan taharet, hayrat ve hasenattır.
- Namazda ayetleri okurken ne çok kısık sesli ne de bağırarak oku buyuruluyor.
- Peygamber’in hadisi şerifinde “ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır” buyuruyor.
Kabe’nin kapısı Hz. Ali’dir; kendi gönlümüzdeki Allah’ı bulmak için Hz. Ali’ye yani veliye ihtiyacımız vardır.
- Meşrep kabul edilmezse hoşgörü olmaz.
Yani Allah’ın yarattığı her meşrebin, her mananın lüzumluluğu idrakı gelişmezse, insanlarda hoşgörü olmayacağı için, tevhide gitmekte çok zorlanır insan. İşte “bunları yapabilmek için de namaz gereklidir” diyor Peygamber efendimiz, çünkü ancak namazda bütün bunların manası aydınlanır., gönül gözün bunları görmeye başlar; namaz miraçtır.
- İslam’ın kelime manasına da baktığımızda teslim, müslim, seleme kökünden geldiğini görüyoruz.
Yani islam Allah’a teslim olmaktır. (Gayba iman).
- Tekbir, namaz kılan halkı dünyaya ait düşünceden meneder, nefsin şevhetini haram eder, hakikat ehline ise masivayı haram kılar. Namazda tekbirin manası, “ben senin huzurunda kurban oldum” demektir.
Ancak o zaman vücut hırslardan kurtulur.
Namaz kılmayanlar için bu teslimiyet zorlaşır.
- “Peygamber dahi olsa sevgilisine vücutla ibadet mecburudur” diyor Allah.
- İbn-i Arabi diyor ki; “İnsandan zuhur eden Allah’tır. ama o zuhurun olabilmesi için, önce ‘ben kulum’ diye bar bar bağırması lazımdır”; bu da namazdır.
“Ben daim olan namazı severim” (Bakara 238) diyor Allah.
Kalp namazı, gönül namazı; doğru, esası budur ama Allah istikrarı seviyor, sıratı seviyor, istikrarsız nefsine göre hareketi sevmiyor.
- Fatiha’nın ilk ayeti, besmeledir.
Bismillahirrahmanirrahim’deki B harfi, Allah’ın isim ve sıfatlarının bir vücutta tecelli etmesidir.
Fatiha öyle bir süre ki, yarısı Allah’ın ağzından, yarısı kulun ağzından konuşur.
Allah’la kulun ortaklaşa paylaştıkları bir süre.
Fatiha’nın içinde şeriat, tarikat ve hakikat bu cümlelerin içinde gizli, dikkat edersen.
Diyor ki “yalnız sana kulluk ederim”.
Burası şeriattır, yani, “bir ben varım, birde sen varsın; Allah’ım ben nefsimle sana ibadet ediyorum, benden zannederek, ben olarak ibadet ediyorum, ama senden yardım isterim.”
Orası tarikat ya da tasavvuf yoludur.
Ne diyor? “Ben tek başına hiçbir şey değilmişim; senden yardım gelirse ancak ben o kulluğu yapabilirim” diyor.
Elhamdülillahı rabbülalemin; Fatiha’nın sırlarından bir tanesi bu üç kelimenin içindedir.
Bir kere âlemlerin Rabbi ’ne ne hamd…
Hamd ile başlıyor iş. Hamd, şükrün daha üstünde bir makam.
Hamd acı, sıkıntı, bela, Allah’tan her gelenden memnun olma halidir.
- İnsanın acı ve sıkıntıyı gönlü ile hoş görmesi hatta bunu sıkıntı ve acı olarak hissetmemesi ancak Allah’ın o insanda tecelli etmesiyle mümkün olabilir.
- Muhiddin-i Arabi diyor ki, “ayakta kılınan namazda bütün duvarların, ağaçların sevabını alırsın; rükûa vardığında dört ayaklı hayvanların ibadetinin, yere kapandığında ve nebatların, bitkilerin ibadetinin manası sende zuhur eder ve bütün onların sevabını- bütün halin ibadetini yüklenirsin”
- Allah kıyametin sahibidir.
Kıyam nedir? Ayağa kalktığın andır, huzura durduğun andır.
Kıyam, Allah’ın manasının sende zuhur ettiği andır.
Bize soracak “sana el ve ayak verdim, ziraat yaptın mı, vücudundan ziraat yaptın mı, mana zuhur ettirdin mi, mana cevherini ortaya çıkardın mı, o günün sahibiyim ben” diyor.
O gün insanın “ ben hiçmişim, her şey O’ymuş” dediği gündür”.
“İşte o ancak benim lütfumla olur” diyor Allah, “o günün sahibi benim” diyor.
- Rüku “ben sizi nasıl çıplak yarattımsa, size akıl ve idrak verdim ise, ya siz bana ne getirdiniz?” sorusuna insan tarafından algılanışı ve utancından, eğilişidir. Ve “Subhanerabbiyel aziym” deriz üç kere söylenen bu muazzam hitabın birincisinde Allah’ı tüm kavramlardan tenzih ediyoruz; ikincisi, benzettiğimiz sıfatlardan tenzih ediyoruz; üçüncüsü, “tenzih ve teşbih ediyorum” diyoruz. Hem tenzih ediyoruz hem teşbih ediyoruz. Yani “tüm zanlardan uzaksın sen” diyoruz.
- Ettahiyyatü nedir?
Bütün bu duyduğumuz zevklerden dolayı, bütün bunları bize idrak ettiren Peygamberin manasını anmak, hatırlamak, şükretmektir. Ettehiyyatü’de üç cümle çok önemlidir:
Birinci cümle ruhtan söylenmiş bir cümledir.
Yani ruh tarafından söylenir yahut ruha söylenir;
Ruh Allah’ın nefesidir, emridir.
İkinci cümle Peygambere yani gönüle hitaptır.
Üçüncü cümle, nefsimize söylenmiştir, artık bizi dünyaya çeken cümledir.
- Secde kendini hükümdar mevkiinde tutan nefse baş eğdirmektir.
Kendini hâkimi mutlak zanneden nefse, secde baş eğdirir.
Secde, kendini beğenen ve ilah edasıyla fertleri ve cemiyeti de hizmetkâr eden nefsin “vücud-u mutlak” önünde eğilmesi, yıkılmasıdır. Secdeden murat, insanın kendini yokluğunu idrak etmesi, Şah-ı Hakiki’nin tecellisine mashar olan üstad-ı kâmili bulmasıdır.
- Akılla idrak Allah’ın manasını ve emrini anlamaya yetmez.
O halde idrak mutlak edeple birlikte olmalıdır.
Edep, Allah’ın manasını bütün yaratılmışlarda görebilmek demektir.
Şeriat ve tasavvuf birliktir olmazsa mana zuhur etmez.
- Namaz kişinin haddini bildiği andır.
Namazda biz haddimizi bilip “kuluz” diyoruz; güzel olan tarafı da bu.
- Bayramlarda kılınan aşkın namazıdır, teşekkür namazıdır.
Çünkü ben vazifemi yaptım; şimdi de vazifemi yapmanın neticesi olarak sana aşkımı ilan ediyorum namazıdır.
- Bir Hadi-i şerif: “eldivensiz el sıkışınız!”
Öğrendim ki avucun içinden geçiyor; aşka ait, manaya ait, kalbe giden damarlar. İşte aşk ehli biriyle el sıkıştığın zaman Allah’ın aşkı geçiyor sana oradan.
- Allah’ı görmek kabiliyeti namazda zuhur eden bir kabiliyettir.
- Kul manası ile namazı kılıyorsa Raziye ve merdiye makamlarına erer diyor insan-ı kamil.
Raziye bizim Allah’tan razı olduğumuz, her verdiğine şükür ettiğimiz, bunun karşılığında da Allah lütfederse, kabul ederse mert hale geldiğimiz, yani Allah’ın da bizden razı olduğu makamlardır.
- Kur’an-ı Kerim’de, çok iyi bildiğin gibi, Allah buyuruyor ki “ben sana namaz kılıp kılmadığın için derece vermem, ben seni belalarla imtihan ederim.” Ama Peygamber Efendimiz ’in bir müjdesi var: “namaz kılanlara ben şefaat edeceğim.”
- Namaz vakit olarak da çok önemli.
İnsanı Allah’a davet eder.
Sabah vakti insana bütün maddi ve manevi güçlerin hediye edildiği andır.
Ona teşekkür için kalkar insan.
Öğle namazı çalışmanın içinde “dur yolcu, nereye gidiyorsun, bu yaptığın işler, çalışmalar, seni bir yere götürecek mi, hizmet için yapıyorsan vah sana!” dedirten hatırlatmadır.
İkindi için deniyor ki, namazın ortasıdır ve çok önemlidir; ikindi tam insanın manasından gaflette olduğu andır.
Artık hava kararacak, zorluklar başlayacak: kısa bir akşam namazı insanı sıkıntıya gaflete hazırlar.
Yatsı da işte “ ben artık uyuyorum ama beni o yatak içinde seninle beraber kıl, ruhumu elest âleminde manana aşikar kıl” gibi bir duayla güne son veriyoruz.
- Namaz insanın şeytanla en çok karşılaştığı yerdir; ama kendi kendiyle baş başa kaldığı, eksikliğini, kulluğunu, hiçliğini görmeye başladığı andır da…
- Namazı şeklen kılmak dünya için derece kazandırır, ama manen kılmak yakınlık, Mustafa derecesine erdirir.
- Bakara süresi 238. Ayette “Namazlara, özellikle orta namaza devam edin ve kalkın Allah için divan durun” diyor Allah.
Daimi namaz gönül namazıdır.
Demek isteniyor ki, namaza durduğun zaman, Kâbe’ye döndüğün gibi Peygamberin yâda sana onu öğretenin önünde de secde etti vefa borcunu ödemiş olasın. Allah’ı bu devirde aksettiren o sultana da secde et ki, Âdem’e secde emrini hatırla ki, vefa borcunu öde. Secde ettiğimiz, bir adam değildir; insan olursa putperestlik olur.
Secde ettiğimiz manadır; o küçücük bedenden zuhur eden aslanın manasıdır, o manaya secde ediyoruz.
Ona secde ediyorsak edelim; etmiyorsak, insan olarak görüyorsak etmeyelim.
O zaman küfre götürür bizi.
Âdem’e secdeden maksat önünde eğilmek değil; söylediklerine iman edip, “yap” dediklerini yapmak, “yapma” dediklerini yapmamaktır.
- Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin her biri bizim için manamızı, problemlerimizi anlatmak üzere yazılan hikâyelerden ibarettir.
Sakın onları bir masal zannetmeyin. Kâbe Allah’ın rızası mahallidir. Çünkü oraya Allah’ın rızası için gidilir.
- İbadetten maksat, sıdk ve sadakatle Allah’ı sevmektir.
Allah’ın sevdiğini sevmek de, Allah’ı sevmektir.
Ehl-i beyt’i sevmek, onların yollarından gitmek, rızalarını kazanmak demektir.
Yoka aşk ve iman, “hü hü” demekle, kuru lafla olmaz.
Onlara muhabbet, yollarından gitmekle olur.
Ahmed-er Rifai’ye oğlu, “baba ben seni seviyorum” dediğinde, “eğer yolumdan gitmezsen, Allah’ın sevdiğinin yolundan gitmezsen, yarın ahirette evladım olduğunu inkar ederim” buyuruyor.
- “La mevcüde illallah”.
Gören ve bilen için her yer Kabe’dir.
Mevlana kendisini ziyarete gelen bir papazı kapıya kadar geçirince, etrafında bulunanlar “aman efendim, ne yapıyorsunuz? Dediler. Cevap olarak Hz. Pir, “ben onun papazlığına değil, onda gördüğüm Hakk’ın nuruna hürmet ediyorum” buyurdu.
O nur neredeyse her yerden alınır, diyor hocam.
- Kevser süresi, Kur’an-ı Kerim’in tesirli sürelerinden biridir.
Bunun sebebi, Kevser süresinin bir müjde olması.
Kelime kelime açıklarsak: “muhakkak ki biz sana Kevser’i verdik”.
Yani, biz sana Allah’ın manasını verdik, Peygamber’le gönderdik yok olmayan manasını.
O mana daimdir. “öyleyse Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes”.
Yani eğer bu mananın zerresini anlıyorsan, oradan geldiğini, o zuhuratı hissediyorsan, namaz kıl, yok ol, kulluğunu bil, baş eğ, secde et ve kurban kes, ‘kurban kes ’de, nefsinin aşırı arzu ve isteklerini yok et, kes.
“Muhakkak ki sonu kesik olan edeptir.”
Yani, senin mananın sonu kesik değil ki.
Sen benim sonsuzluğumun manasını yürütüyorsun ya Muhammed.
Ancak ve ancak seni tanımayanların, senden gafil olanların sonları yok olmaktır, diyor Allah bu ayette.
- Nefsin kurban olabilmesi için şu makamlar çok önemlidir:
- Şeriatta sabit kadem olmak: Allah’ın bütün emrettiklerini yapmak demektir.
- Tarikte, yani yolda, edebi muhafaza etmek lazım.
İç ve dış edep var.
Yani dıştan herkese güler yüzlü ve güzel muamele.
Edep, başkalarına iyi muameledir.
Çünkü bu iç edepten doğar.
İç edep, herkeste ve her şeyde Allah’ı görmek demektir. - Sıkıntı ve bela zamanlarında Allah’tan ayrı düşmemek gerekir.
Mevlana, buyuruyor ki, “Her sıkıntının ardından Allah o gönülde teselli ve tecellisi ile zuhur eder, yeter ki seni gönlünde, evde bulsun. Eğer sen, ‘niye’lerin peşine düşmüşsen, evde bulamaz. Sende tecelliyi hissedemezsin” diyor. - Allah’ın sıfatıyla sıfatlanıp, o’nun onun sıfatında kendini yok edip, daima O’nu anlamak gerekir.
- Dört tekbiri bir etmek demek; dünyayı terk, ahireti terk, varlığı terk, terki terk
Dünyayı terk demek, “giyinmeyin, süslenmeyin bir kenara oturun” demek değil.
Hz. Şazeli buyuruyor ki: “Giyin, süslen. Allah’ın sana verdiği güzelliklere şükretmiş olursun bu yolla”.
O halde güzellikleri ortaya çıkarmak da bir çeşit ibadettir.
Dünyayı terkten kasıt, bir kenara çekilip oturmak değil, dünya için çok fazla üzülmeyi ter etmektir.
“Yarın ne olacağım” demeyi terk etmektir.
Teslim olmak, Allah’ın isteklerine teslim olmak, ama gayretine de devam etmek demektir.
Ahireti terk demek, cennet için günah işlemeyi bırakmayı terk etmek demektir.
Varlığı terk, kendini ortaya koymayı terktir.
En zoru “ben” demeyi terk etmektir.
Varlığı terk yüce bir makamdır.
Sonra da bunları terk edince terk edecek bir şey kalmıyor.
Her yer Allah kesiliyor.
Terki terk ediyor insan, yani her yerde Allah’ı görmeye başlıyor.
- Celali tecelli, cemali tecelliyi kabuldür.
Celal, Allah’ın Zat’ı, cemal o Zat’ın kabulüdür.
- Suyun iki manası var;
- Dışımızı temizleyen su
- İçimizi temizleyen su
İçimizi temizleyen suyu da gelin ikiye ayıralım:
-
- İbadet ve hayır işlemek
- Aşk ve gözyaşı
Bu ikisi iç temizleyici olarak düşünülüyor.
Kalbin ve nefsin pisliklerini, fena ahlaklarını gidermek için lazım olan su ise, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
- Ruh var. Akıl var. Gönül var. Nefis var.
Nefis, henüz ruhun manasından, yani vücut içindeki Allah’ın manasından, yani vücut içindeki Allah’ın manasından, gönlün ışığının akla düşmemesi dolayısıyla haberdar olmadığı devrede aşırı arzu ve isteklerin tesiri altında adeta esirdir.
Ne zaman ki, kalp denen et parçasının ütüne Allah’ın nuru düşer, ışığı düşer, bunu adı gönül olur; Peygamber zuhur eder.
Bu ışık, nasıl her şeklin üstüne düştüğünde onu görünür hale getiriyorsa, akla doğru yönelir.
Akla, “Hiçliğini bil. Yolcu nereye gidiyorsun” der.
İşte, “Yolcu nereye gidiyorsun” başladığı andan itibaren, nefis, ruha, “evet, hazırım, sen güzelsin.
Ben yanlıştayım. Ben aşığım artık.
Haydi, benim aşırı arzu ve isteklerimi kes de ben sana varayım” der ve koruk olan varlığını Allah’ın nuru ile üzüm haline geçirmeyi talep eder.
